27 Kasım 2019 Çarşamba

ÖLÜM SAÇAN GÖRSEL ŞÖLEN: HAVAİ FİŞEK

Yaşadığım şehir olan Aydın'da, kurtuluş günü ya da milli bayramlar gibi özel günlerin gelmesini hiç istemez oldum. Buna halk konserleri de dahil. Çünkü buna benzer kutlamaların sonu hem sokak hem de evcil hayvanlar ve kuşlar için resmen işkence oluyor. Bunun nedeni ise ölüm saçan görsel şölen olan havai fişekli kutlamalar. 
Hem de ne kutlama. Belediye tarafından gerçekleştirilen ve aralıksız onbeş dakika süren havai fişek atışı. Gerçekçi olmak gerekirse; kutlama yapmayı ve eğlenmeyi bilmeyen halkımızın bu halleri ne yazık ki yerel yöneticilerimize de yansımış. Daha çok fişek attıkça halkın daha çok eğlendiğini ve bunun da bir güç gösterisi olduğunu, her atılan fişekte belediyelerimizin ihtişamının, başkanlarımızın şanı ve şöhretinin daha da arttığını düşünüyor olabilirler.
Ardarda patlayan fişekleri, başları yukarıda, yüzlerinde gülücükle izleyen halkımızın büyük çoğunluğu, o sırada gökyüzünde neler olup bittiğini belki de bilmiyorlar. Tek şikayetleri geçirecekleri birkaç tatlı dakikadan sonra etrafa yayılan duman nedeniyle meydana gelen öksürükler olabilir. 

İçinde neler yok ki. 
Son zamanlarda mahalle arası düğünlerinde de görmeye alıştığımız bu tür kutlamalarda kullanılan  bu havai fişeklerin içeriğinde hangi kimyasallar var bakalım:  “Nitrat, Sodyum, Kalsiyum, Stronsiyum, Baryum, Magnezyum, Alüminyum, Kalomel, Hekzaklorobenzen, Klor, potasyumklorat, mangal kömürü, sülfür, sodyum okzalat, alüminyum, demir tozları vb."  Havai fişek kullanımıyla çevre kirliliğine yol açan sülfür dioksit, karbondioksit, karbonmonoksit, asılı partiküller gibi maddeler serbest kalıyor. Ayrıca havada patlayarak rengarenk görüntüler veren havai fişeklerin çeşitli renkler meydana getirmesi, çeşitli maden tuzlarıyla sağlanıyor.
Bu maddeler ise, ciddi sağlık riskleri ortaya çıkarmakta, havai fişek partikülleri ve içerdikleri elementleriyle organik bileşikler insan sağlığı için önemli tehditler oluşturmaktadır. Peki neler oluyor havai fişek atıldığında; içinde bulunan kimyasallar, insanlarda solunum sistemine zarar veriyor ve kimyasallara karşı tahammülsüzlük yapıyor, metallere karşı alerji meydana getiriyor, kalp ve kan dolaşımına zarar veriyor.

Ama, en çok zararı kuşlara ve hayvanlara..
Kuşlara verdiği zararlara bakalım.
Sesi, dumanı ve ışığı ile havai fişekler kuşları korkutup, sağır ediyor ve şok sonucu ölmelerine yol açabiliyor..
Fişekler atıldığı zaman ağaçların üzerindeki kuşlar nereye kaçacaklarını şaşırıyor, panik içinde birbiriyle çarpışmaları sonucu ölüyorlar.

Yaralanmalar ciddi boyutta. Yavrular ve anaçlar birden bire panik havasından dolayı kötü etkileniyor. Sağa sola çarpmaları bunların yaralanması demektir. Yaralanmalar genellikle ölümle sonuçlanıyor
Kuluçkadaki kuşlar sesten korkarak yuvalarını bırakarak kaçıyorlar.
Havai fişekler, kuşların gözlerine de zarar veriyor. Patlayan fişeklerin yakınında olan kuşlar ise yanarak ölüyor. 

Bu durum sadece kuşları değil, havai fişek sesinin ulaştığı çapın içinde kalan bütün doğal hayatı ve şehir hayvanlarını da etkiliyor.
Bunun canlı bir şahidi olarak evimizdeki köpeğimizin havai fişek gösterisi sırasında zangır zangır titremesini görmenizi isterim. Havai fişek seslerini duyduğu andan itibaren evde ise titreyerek kaçacak yer aramasını, dışarıda ise sağa sola bağırarak, panik halinde bulunduğu yerden bilinçsizce kaçmak istediğini ve kalbinin  nasıl attığına şahit olmanızı isterdim. En son 7 Eylül 2019 Aydın'ın kurtuluşu gecesi yaşanan bir olayda, havai fişek atışı başladığında Menderes Bulvarında sahibinin yanında korku içinde tasmasından kurtulan bir köpek caddeye doğru korkuyla koşmuş ve bir minibüsün altında kalarak can vermişti. 

Bunun yanında acaba bu havai fişek gösterisi Valiliğimizden izinli bir şekilde mi yapılmaktadır? Bu faaliyeti yapan kişi ehil ve belgeli bir kişi midir? 
Bir Emniyet Müdürlüğünün internet sayfasında havai fişek atımı için müracaat edenlerden istenilen belgeler listesi var:   
Kullanılacak piroteknik maddenin cinsine, miktarına, bu maddelerin kullanılmasının talep edildiği yer ve zamana, bu maddelerin hangi amaçla kullanılacağı, kullanacak olan kişilerin bilgilerinin yer aldığı talep sahibinin vereceği dilekçe; 
Ateşleme işini yapacak olan ateşleyicilerin; mevzuat hükümlerine aykırı hareket edildiğinde her türlü sorumluluğu kabul ettiklerine dair verecekleri noter tasdikli taahhütname, Piroteknik maddeleri kullanacak gerçek kişi veya tüzel kişi tarafından alınacak tehlikeli maddeler zorunlu sorumluluk sigorta poliçesi aslı ve fotokopisi… gibi daha bir sürü şey.  

Görüldüğü üzere basit bir olay değil. Bir çok belge isteniyor da isteniyor. Buna rağmen her akşam bir yerlerden havai fişek seslerini duyuyoruz. Denetim var mı bilen yok.

Belediye'nin yasal izni var mı? Her gösteride Kabahatler Kanununa göre Belediyeye ceza mı kesiliyor. 
Ben de CİMER' e yaptığım bir başvuruda, Aydın Büyükşehir Belediyesinin havai fişek gösterisi  yapmak için ruhsat ve izinlere haiz  olup olmadığı ve bu işlemin yetkili kişilerce mi yapıldığına dair bilgi almak istediğimde, Emniyet Müdürlüğümüzden gelen cevapta, bu konuda Mahalli Çevre Kurulu ve Valiliğimizin aldığı kararlardan bahsedilerek uymayanlar hakkında yasal işlem yapıldığı belirtilip, belediyenin bu konuda gerekli izinleri aldığı belirtilmiş,

Ancak: Piroteknik maddelerin kullanılması (havai fişek atılması) ile ilgili özel ve tüzel kişilerce değişik zamanlarda yapılan müracaatlar ile ilgili olarak gerekli belgeler müdürlüğümüze verildikten sonra kullanılacak yer hakkında görevlilerimizce Aydın Valiliğinin 10.03.2016 tarihli Piroteknik Maddelerin Satılması ve Kullanılması 6.Maddesine “Şenlik ve İşaret Fişekleri ile Oyun ve Eğlence Aracı Olan Patlayıcı Maddeler, ormanlık araziler ile dinlenme ve çocuk parkları gibi ağaçlık alanlara, akaryakıt istasyonlarına, yataklı hizmet veren sağlık kurumları, eğitim dönemlerinde yatılı eğitim kurumları (etkinliğin gece/gündüz durumu göz önünde bulundurularak eğitim kurumlarının yatılı hizmet veren eklentileri), çocuk ve yaşlı bakım evleri ve konutlara 250 metreden az mesafede kullanılmasına izin verilmeyecektir.” hükmüne göre gerekli tahkikat yapıldıktan sonra izin verilmekte olduğu; belirtilmiştir.

Havai fişek gösterisinin yapıldığı şehir meydanının dinlenme parkı, çocuk parkı, konut alanı ve akaryakıt istasyonlarına 250 metreden daha az olan yakınlıkları göz önünde bulundurulduğunda verilen izin de ayrıca tartışmalıdır. 

Valilik yasaklamıştı. 
Hatırladığım kadarı ile Aydın Valiliği 2017 yılı Ekim ayında aldığı bir kararla il merkezi ve tüm ilçelerde havai fişek ve maytap kullanımını yasaklamıştı. Bu yasağa uymayanlara ise Kabahatler Kanununa  göre beşbin liraya kadar ceza verilmesi öngörülüyordu. 
(Haber metnine http://www.hurriyet.com.tr/aydinda-havai-fisek-ile-maytap-kullanimi-yasak-40605606 adresinden ulaşılabilir.)
Ne oldu da havai fişek kullanımı halen yapılıyor? Bu yasak yürürlükte değil mi? Belediyemiz cezasını ödemek suretiyle mi faaliyetine devam ediyor. Eğer öyle ise hem havai fişek parası hem de cezası milletin cebinden gidiyor. Değilse yetkililerin cevabını bekliyorum.

Bu gibi faaliyetler yalnızca bizim belediyemizde olmuyor ne yazık ki. Yakın zamanlarda duyarlı bazı belediyelerin (Örneğin Karaburun Belediyesi gibi:
https://www.izmirgundemi.net/karaburun-belediyesi-nden-ornek-karar-artik-havai-fisek-yok/8409/ ) yasaklamış olduğu gibi. 

Hayvanseverler Çerçioğlu'ndan bu konuda duyarlılık bekliyor.
Hayvanseverliğini her fırsatta dile getiren, Aydın şehrine ilkleri yaşatan Aydın Büyükşehir Belediye Başkanımız Sayın Özlem Çerçioğlu'nun da duyarlılık göstererek önce kendi belediyesinde havai fişek gösterisi yapmayı durdurmasını, bunun da ilk adımını 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı kutlamalarında yapmasını, sonra da diğer belediyelere bunun öncüsü olması gerektiğini bütün hayvanseverler olarak bekliyor ve düşlüyoruz. 

Birkaç dakikalık zevkin nelere mal olduğunu bilen bir millet olarak bir kaç dakikalık görsel zevk için doğaya, insana hayvanlara zarar vermeyelim. Hayvanseverler olarak Belediye Başkanlarımızın, belediyelerimizin ihtişamlarını, büyüklüklerini, güçlerini sanatla, kültürle, hayvanı ve doğayı sevmekle, yeşili çoğaltmakla göstersinler istiyoruz. 

Yaklaşan 29 Ekim Cumhuriyet Bayramında havai fişeksiz bir kutlama diliyorum.        





TELEF

“Büyükbaş hayvan yüklü tır devrildi. 19 büyükbaş hayvan telef oldu.”
“Ahır yangınında 10 hayvan telef oldu.”
“Sel felaketi 3 kişi öldü 15 hayvan telef oldu.”
“Zehirlenen köpeklerden 12 tanesi telef oldu.”

Türk Dil Kurumu Büyük Türkçe Sözlük'te "TELEF" kelimesini şöyle tanımlanmış:

1-Hayvanı yok etme, öldürme. 
2-hlk. Boş yere harcama, yıpratma 

Türkiye Türkçesi Ağızları Sözlüğünde:
1- Aç, susuz, bakımsız; "Beş gündür telef zavallı"
2-Zayi olma, ölme olarak tanımlanmış.

Neden insanlar ölüyorda, hayvanlar telef oluyor? 

Kuruyan çiçeklerimiz  için bile;  "Komşum, diktiğim gül kurudu öldü."  ya da  "Balkonumdaki fesleğen tutmadı, öldü." deriz, "telef oldu gülüm, fesleğenim" demeyiz de "öldü" deriz. 

Peki neden hayvanlar için  "öldü" demiyoruz "telef" oldu diyoruz?  

Hayvanı "mal" olarak gören yasaların ve buna bağlı zihniyetin dile yansımasıdır bu telaffuz edilen.
Zorunlu olarak ticari kaygılarla,   ineğine, mandasına, koyununa -zorunlu olarak-  geçim kapısı, sadece gelir kaynağı olarak, sermaye olarak bakan düşüncenin bütün hayvanlara mal edilmesi, yansıması, hakikaten de "mal" edilerek "mal" olarak görülmesidir.

Adana’nın Seyhan İlçesinde 23 Temmuz’da meydana gelen olayda, 3 arkadaş yanlarına Pitbull cinsi köpeklerini tabi ki ağızlığı olmadan gezdirmeye çıkardılar. Bu arada köpek caddedeki market sahibinin 3 yıldır baktığı “Çıtır” isimli hamile kediyi görünce kovaladı. Çocuklardan biri, korkup minibüsün altına  giren kediyi çıkararak kuyruğundan tutup köpeğin önüne attı. Kediyi havada kapan köpek onu saniyeler içinde parçaladı. Hamile kedi köpek gittikten sonra kalkıp gitmeye ancak olduğu yere düşerek telef oldu. Olay güvenlik kamerası tarafından kaydedildi. Polisler çocukları göz altına aldı. Kediyi tutup köpeğin ağzına atan A.Y.(13 yaşında) basın mensuplarının “Kedi öldü hiç mi üzülmedin?” sorusu üzerine “Ben seni vursam bile üzülmem, kediye mi üzüleceğim.” Yanıtını verdi. 

Ne yazık ki toplumsal bir ahlak çöküntüsü ve ruhsal telef halindeyiz. Toplumun kimyası bozulmuş durumda. Bunda ahlaki nedenlerin rolü olduğu gibi gerçek anlamıyla vücuda alınan kimyasalların piyasada çoğalması, satın alınmasının kolaylaşması ve bu kimyasalların da bu yaşlardaki çocukların kullanımına kadar düşmesi de bir etken. Gerçekten çok acınası bir olay. Bu sadece hayvanın ölümünün üzüntüsü değil toplumun, hepsinden öncesi çocuklarımızın bu kafa yapısı ile yetişiyor olması. Beni asıl üzen bu. Biz bu çocukları okullara neden gönderiyoruz o zaman. Öğretmenler neden var? Aileler neden var?      

"Telef oldu, ziyan oldu gitti." 

Duygusal herhangi bir şey yok bu cümlede. Duygusal bir his yok. Bir eşyanın, bir malın kaybolması var, kullanılmayacak durumda olması var.

Hayvanlarımızın, hem kelime anlamıyla, hem de gerçekten telef olmaması, doğduğunda ve yaşarken bir can taşıdığı bilincinde olduğumuz gibi, ölürken de bir hayatın sona erdiği, bitkilerin bile telef olmayı hak etmediği bu dünyada "ölmek" kelimesini bile onlara çok görmeyeceğimiz yakın gelecekler yaşamayı diliyorum.

İnsanımızın  ahlakı ve duyguları telef oldukça daha çok hayvan ölecek sanırım.

HAYATIMIZDAKİ GEREKSİZ ŞEYLER ÜZERİNE

"Önemli olan; hayatta en çok şeye sahip olmak değil, en az şeye ihtiyaç duymaktır." der Platon.
Minimalizm, son yıllarda popülaritesi giderek artan bir felsefi akım. Aslında basit bir anlatımla, daha küçük alanlarda, daha az eşyayla ve daha az tüketerek, sahip olduklarımızı daha etkili bir şekilde kullanmak, ihtiyaçlarımızdan fazlasına yer ve zaman ayırmamak olarak tanımlanabilir. Minimalistlik çok az şeye sahip olmak değil yalnızca gerekenlere sahip olmaktır. Minimalist yaşam; insan hayatındaki maddi ve manevi unsurları, ihtiyaçlara göre sınırlayıp en aza indirgeyerek, daha fazla odaklanabilirlik, hareket serbestliği, yaşam konforu ve kalitesi kazandıran yaşam şekli anlayışıdır.

Her birimizin evlerinde onlarca gereksiz eşya var. Birbirinin aynı takılar, gardroplarda büyük bir hevesle alınmış belki yıllardan beri giyilmemiş ya da çok az giyilmiş kıyafetler, ayakkabılar, mutfak dolabında birbirine benzeyen ve kullanılma sırasının kendine gelmesini bekleyen bardaklar, kaseler, internetten alınmış ve paketi açıldığında hayal kırıklığına uğranmış eşyalar. Her şeyden önemlisi seksen- doksan metrekaresi ile yetinebilecekken satın aldığımız ya da kiraladığımız büyük büyük evler. 

Bu akılsızca tüketim, bizi mutlu etmeyen bu şey, aynı zamanda doğanın da bozulmasına sebep oluyor. Atmosferdeki karbondioksitin miktarını arttırıyoruz. İhtiyacımız olmayan saçmalıkların üretimini güçlendirmek için kullandığımız yakıtların, kömürün doğal gazın yanmasına sebep oluyoruz.

Minimalizm üzerine seyrettiğim bir belgeselde Minimalist Ryan Nicodemus  şunları anlatıyor:
-İstediğim her şeye sahiptim. Ama aslında zavallının biriydim. Hayatımda koca bir boşluk vardı. Bu boşluğu, diğerlerinin yaptığı şekilde doldurmaya çalıştım.  Ivır zıvır bir çok şeyle. Kazandığımdan çok daha hızlı harcıyordum parayı, mutluluğa giden yolu satın almak istercesine. Bir gün mutluluğa ulaşabileceğimi sanıyordum. Ay sonunu anca getiriyordum, eşya için yaşar olmuştum. Ama yaşadığım söylenemezdi. Sonra 30 yaşıma yaklaşırken, yirmili yaşlarında olan en yakın arkadaşımda bir farklılık gördüm. Josh uzun zamandan beri ilk defa böylesine mutlu, heyecanlı görünüyordu. Sebebini anlamamıştım. Aynı şirkette çalışıyorduk. O da benimle beraber tırmanmıştı şirket basamaklarını. O'nu güzel bir öğle yemeğine götürdüm. O'na sordum. "Ne oldu da bu kadar mutlusun?" Sonraki 20 dakika "Minimalizm" denen o şeyi anlatmakla geçti.

Minimalist Joshua Fields Millburn ise şunları anlatmıştı Ryan'a: 
"Minimalizmi keşfetmeden önce, hayatım tıpkı diğerlerinin hayatı gibiydi sanırım. Çok fazla ıvır zıvırım vardı. Yüzlerce, binlerce kitap, DVD  ve onlarca gereksiz şey, pahalı kıyafetlerle dolu dolaplar, hayatıma sorgulamadan aldığım onlarca şey. Onlardan kurtulmaya başladığımda, daha özgür, daha mutlu ve hafif hissetmeye başladım ve şimdi bir minimalist olarak her bir eşyamın belli bir amacı vardır ya da keyif veriyordur diye düşünüyorum. Bir yatağım, bir sandalyem ve bir radyom var. Yemek odasında bir kaç mobilyam var. Mutfağımda aletler var. Fazlalık hiçbir şeyim yok. Etrafımda gördüğüm her şey için kendime bir gerekçe göstermem gerek, başka kimseye değil. Bu şey hayatıma değer katıyor mu diye kendime sormam gerek. Eğer katmıyorsa ondan kurtulmam gerekecektir. "
Joshua Fields Millburn ve Ryan Nicodemus takım elbiseli ciddi bir iş adamlarından bir minimaliste dönüştükleri son beş yılını anlatan  bir kitap yazdılar. "Minimalizm-Anlamlı Bir Yaşam" Şimdi bu kitabı ve  daha azıyla daha bilinçli yaşamak için, basit bir yaşam mesajını anlatmak için geziyorlar ve bir dizi konferanslar veriyorlar insanlara.

İnsanlar kocaman evlerde yaşıyorlar ama aslına bakarsanız sahip oldukları alanı pek de kullanmıyorlar. Bir araştırma yapılıp insanların evlerinde gün içinde nerede dolaştıklarına dair bir harita oluşturuluyor ve dört kişilik ve ortalama bir eve sahip  bir ailenin bu sonuca göre evin belki % 40' ını kullandığı ortaya çıkıyor. Kimse yemek odasını kullanmıyor, kimse misafir odası ya da salonu kullanmıyor. Biz ne yapıyoruz, evin boş kalan bölümlerini doldurmak için eşya alıyoruz. Bir de bakıyoruz ki kullanmadığımız masalar, sehpalar, modasını geçtiğini düşündüğümüz eşyaların yerine aldığımız ve altı ay sonra onların da modası geçecek olan eşyalar.

Evlendiğimizde tıkış tıkış eşyalarla dolu bir evimiz vardı. Vitrinler, gümüşlükler, yılda sayılı kullanılan misafir yemek masaları, fiskoslar, sehpalar, dolaplar, aynalar, gereksiz vitrinleri doldurmak için alınan biblolar, misafirden misafire -belki- çıkarılan kristal bardaklar, falan filan. Yakın zamanda bunların hepsini elden çıkardık. Ya sattık ya da ihtiyacı olana verdik. Kimini kapının önüne çıkararak üzerine "İhtiyacı olan alabilir" yazdık. Yarım saat sonra kapının önünde hiçbir şey kalmamıştı. Kıyafetlerimizden, giyilebilir durumda olan ama aylardır belki de yıllardır  kullanmadıklarımızı ise zaten uzun zamandır bu tür eşyaları toplayıp ihtiyacı olanlara vermeyi görev edinen bir mahalle muhtarımıza bağışlamıştık. 

The Oprah Winfrey Show'un sunucusu olan Amerikalı tv programcısı Oprah Winfrey,  gardırobundaki ayıklanması gereken kıyafetleri eğlenceli bir biçimde tespit etmenin yolunu şöyle bulmuş; tüm kıyafetleri askıya ters yönde asıyor ve sonra giydiği parçayı askı doğru yöne bakacak şekilde düzeltiyor. Yani önce dolaptaki tüm giysilerinin askılarını aynı yöne bakacak şekilde düzeltiyorsun ve giydiklerini tekrar yerine asarken askıyı ters çeviriyorsun, böylelikle bir zaman sonra giydiklerin ve giymediklerin ayrışmaya başlıyor. Sonuç olarak 6 ay boyunca yönü değişmemiş askılar zaten “beni buradan yolla senin işine yaramıyorum” demiş oluyor. İlginç bir yöntem, denemekte fayda olabilir.

Daha az şeyin olduğu bir hayal düşünün. Daha az şey, daha az dağınıklık, daha az stres, daha az borç ve memnuniyetsizlik. Oyalanmadan yaşanan hayat. Şimdi daha fazlasıyla düşünün hayatı. Daha çok zaman, daha anlamlı ilişkiler, daha fazla gelişim, daha fazla yardımlaşma ve memnuniyet. 

Çok paranın sizi güvende tutacağını sanıyorsunuz. Sorun şu ki, daha çok kazanmanın kontrolü bizde değil. Ama daha az harcamanın kontrolü bizde. Daha aza sahip olarak, kontrolü ele alabilirsiniz ve daha aza sahip olarak aslında sahip olduğunuzu kendinize yetirmiş olursunuz.

Tüketim ile ilgili bir problemim yok. Asıl mesele zorunlu tüketim. Asıl sorun bir şeyi almak zorunda olduğunuz için almak. 

Hayatınıza aldığınız insanlarda da durum farklı değil. Hayatınıza da gereksiz insanların girmesine izin vermemelisiniz. İhtiyacınız kadar insan, ihtiyacınız kadar dost. Bazı dostlarınız ise eşyalar gibi değil. Kullanmadıklarınızı sizin ayrıştırmanız gerekmiyor. Zaten onlar bir şekilde kendileri ayrışıp gidiyorlar hayatınızdan. Her zaman sizinle aynı değerlere sahip insanlar ile dost olmalısınız. Arkadaş seçiminde de minimalist olmakta fayda var. İşe sosyal ağlardaki dost sandığınız arkadaşlarınızı temizlemekle başlayabilirsiniz. Silerken de kendinize şu soruyu sorun  "Bu kişi bana bir değer katıyor mu?" 

Daha azıyla bir hayat düşünün, etrafınızdaki karmakarışık hayattaki şeylerin engellemediği tutku dolu bir hayat düşünün. Hayal ettiğiniz şey, amacı olan bir hayat. Mükemmel bir hayat değil, kolay bir hayat değil, ama basit bir hayat.

Minimalizm aslında "bu deliliği durduralım" demenin bir yolu. 

İnsanları sevin ve eşyaları kullanın, çünkü tam tersi işe yaramaz.      
Bu arada, dört kadın arkadaşımızın yeni açmaya hazırlandığı  "SALLAPATİ HOBİ KAFE"  evlerinizde kullanmadığınız eski koltuk, sehpa, sandalye gibi eşyalarınızı dönüştürerek, güzelleştirerek onları yeniden kullanmaya ya da satarak gelirinin bir kısmını sokak hayvanlarına yardıma ayırmaya talipler. Sizlerin onlardan yapacağı alışverişler de sokak hayvanlarına mama ve tedavi yardımı olarak geri dönecek. SALLAPATİ HOBİ KAFE' ye https://www.instagram.com/salla_pati09/" ve facebooktan ise SALLA PATİ yazarak ulaşabilirsiniz.

Kaynak: Önemli Şeylere Dair Bir Belgesel-Minimalizm
https://kucukilhamkutusu.com/2018/09/03/minimalizm-yolunda-az-bilinen-cok-etkili-4-yontem/

BABALAR GÜNÜ

17 yıllık babayım. 2003 yılından bu yana babalar Günüm kutlanıyor. Artık profesyonel bir baba sayılırım. Bu süreçte  babalık duygusunun güzelliğini, mutluluğunu doyasıya yaşadım. İnsan hayatını, baba olmadan önce ve baba olduktan sonraki olmak üzere bölümlendirmek gerekir. Babalıktan önceki sorumluluklar ve duygular ile baba olduktan sonra hissedilenler çok farklı. Bunu en iyi yeni baba olanlar anlayacaktır. Hayat artık onlar için eskisi kadar rahat geçmeyecektir. Babalık hayatın hiçbir döneminde bitmeyen bir görevdir. Evlilik kurumu bir şekilde sona erse bile babalık ve annelik hep devam eder.

Babalar olarak şanssızlığımız, evlatlar karşısında iyi polis genelde anne olurken kötü polis rolünün babaya düşmüş olmasıdır. Çocuğun aklında hep, annesinin isteklerini kolay kabul eder ve şefkatli yüzünün aksine babasının sert ve otoriter yüzü kalmıştır çocukluğundan ve gençliğinden geriye. Anne bazen de kendi olumsuz kararlarını baba üzerinden yansıtır çocuğuna. Bu da yine biz babaları kötü adam yapar. Bu durumun bizim ailemizde rol dağılımı biraz ters olduğunu itiraf etmem gerekir.
Küçücükken yüzüne makyaj yapmasına izin veren, saçlarını ören, beraber türlü eğlenceleri birlikte yaşadığı babasının, sonrası yaşlardaki otoriter tavrı çocuk için değişik bir ruh hali yaratır çocukta.

Uzmanlar, toplumumuzda, genel olarak babanın sert, mesafeli, duygularını fazla göstermeyen bir yapıda olmasının beklendiği, aslında çocukların babadan sevgi şefkat, öpme koklama gibi sevgi davranışları gördükçe kendisini sevilebilir hissettiği, bu nedenle babanın sınır koyan, çocuğun güvenini sağlayan otoriter baba olduğu gibi şefkat de gösterebildiğini çocuğa hissettirmesi gerektiği belirtilerek, çocuğun kendisine kurallar ve sınır koyan babanın kötü olmadığını, kendisini korumak, dış dünyaya hazırlamak için böyle yaptığını anlamalı, diyorlar.

Şimdi bakıyorum da “baba” olarak amatörlüğü yaşadığım kızımın çocukluk yılları en kolay yıllarımdı. O yıllardaki basit sorular ve sorunlar artık ergenlik yaşlarındaki bir kız babası olarak yerini daha içinden çıkılmaz ve karmaşık sorunlara bıraktı. Öncelikle “kızımın gözünde” üç beş yıl öncesinin her şeyi bilen, her şeyin en iyisini yapan, kusursuz baba figüründe olmadığımı biliyorum artık. Bu benden kaynaklanmıyor tabi ki. Bu yaşlar da böyle olur. Bu dönemin bir şekilde yaşanması gerekiyor. Bize düşen ise hayata onların gözünden bakabilmek. Gençlik bizim dönemimizdeki gençlik değil biliyorsunuz. Ama bilin ki, bizim elimizde de onların imkanları olsaydı, onlardan çok da farklı olmazdık. 

Aileler olarak öncelikle sosyal medyaya hakim olmak gerekiyor. Gençlerin kendi aralarında konuştukları farklı bir dil var. Bu dili bazen öğretmenleri dahi bilmiyorlar. Benim “Ergence” dediğim bu dili konuşmanız şart değil ama anlamanız mutlaka şart. Böylelikle hayatı onların gözünden değerlendirmemiz çok daha kolay olacaktır.

Babalar gününün yurdumuzda anneler günü kadar çok eski bir mazisi yok.  Babanızın babalar gününü kutlamanız ile sizin babalar gününüzün kutlanması çok farklı hisler yaratabiliyor. Böyle günlerin, günümüzde  çok hızlı gündemin yaşandığı ve değiştiği, her şeyin yaşanıp geçip çabuk unutulduğu dünya kültüründe “yasak savmak”dan daha fazla bir işleve sahip olmadığı görüşündeyim. İnternette arama motoruna “Babalar Günü” yazdığınızda “Babalar Günü Hediyesi” dışında pek de bir sonuç alamadığımız  bu özel günler mevcut sistemin çarkı içinde bazılarına başka anlam ifade etse de,  babası hayatta olanlar için hayattayken kıymetini bilmek, bu dünyadan göçenler için ise bir anma vesilesi olması nedeniyle anlamlı günler olmalı.

Onları aydınlatan bir güneş olsa da olmasa da evlatlarının üzerine düşen bir gölgeleri mutlaka vardır. Yaşarken söyledikleri sözlerin anlamları onlar hayatta iken değerlendirilmeli, kıymetleri bilinmeli. Kendime küçük notlar tuttuğum defterimden “kızıma yazdığım” bir notu sizlerle paylaşmak istiyorum. “Ben bu dünyada olmadığımda, hayattayken benden duyduğun sözleri, okuduğum kitapları  ileride sen de okuduğun zaman beni hatırlarsın. O kitaplardaki cümlelerin altının çizilmiş olduğunu da göreceksin aynı zamanda, gözlerinden akan bir damla yaş  üzerine düştüğü mürekkebi dağıtmazsa eğer.”

Bu özel gün nedeni ile, okuduğum kitaplardan değerli şairlerimizin babalar için yazılmış güzel satırlarını derledim. Bunları okuyup onları anmanız ya da bu satırları onlara okumanız bile onları çok mutlu edecektir.  

“Babam, ağabeyim, kardeşim, arkadaşım!
Ne zulüm, ne ölüm, ne korku başımı eğemez!
Yalnız senin elini öpmek için eğilir başım.” Nazım Hikmet

“Hayatta ben en çok babamı sevdim.
Karaçalılar gibi yardan bitme bir çocuk
Çarpı bacaklarıyla  ha düştü, ha düşecek 
Nasıl koşarsa ardından bir devin,
O çapkın babamı ben öyle sevdim.” Can Yücel

“Sen, olgun kavun!
Ben, delikanlı peynir!
Hemhal olur söyleşirdik.
Genç babam, gencecik babam.” Haydar Ergülen

“Gördüm babaların ağlamasını
Dalları düğüm düğüm
Gövdesi kahve falı
Bir zeytin ağacını köklemek var ya
Sökmek var ya sarp yamaçtan ardıcı
Kazma vurmak beş yüz yıllık meşeye
Acısı duymak var ya kopmanın
Babaların ağlaması işte o
Babaların ağlaması öyle zor” Hasan Hüseyin Korkmazgil

Bu babalar gününde bir değişiklik yapın ve babalar olarak sizin baba olmanızı sağlayan eşinize ve evlatlarınıza güzel bir gün yaşatın. Onlardan hediye beklemeden siz onları mutlu edin. Çünkü  size baba denmesinin asıl sebebi onlardır. Unutmayın.

Başınızın yalnız babanızın elini öpmek için eğilmesi ve hiçbir zaman babanızı ağlarken görmemeniz dileklerimle hayatta olan bütün babaların babalar gününü kutlarım, hayatta olmayanlar ise nur içinde yatsınlar, mekanları cennet olsun. 

NEREDESİN ÜTOPYA

O gün erkenden kalktım. Günlük işlerimi yapmak üzere sabahın ilk ışıkları ile evden çıktım.  Kapıdan çıkar çıkmaz yan apartmandaki komşumun gülümseyen yüzü ile beni selamlaması günümün güzel geçeceğinin bir işaretiydi sanki. Ardından karşımdan gelen ve bir an göz göze geldiğimiz tanımadığım bir adamdan hafif gülümseme eşliğinde bir baş selamı aldım. Şehir merkezine doğru kenarları  ağaçlı caddelerden, yeşillikler içinde parklardan geçerek yürümeye başladım. Yöneticilerimizin ekoloji ve doğal dengenin korunması için verdikleri önem şehirde  yeşil alanların ve böylece temiz havanın  daha da artmasını sağlamıştı. Tükettiğimiz enerjinin ve doğal kaynakların  tekrar kazanılmasını sağlayacak  sistemi kurdukları için  önümüzdeki yıllar için endişelenmemize gerek yoktu nasılsa. 

Önümde yürüyen yaşlıca bir adam elindeki sigara izmaritini yere atınca hemen önünden geçen genç onu uyardı. “Özür dilerim galiba elimden düştü” diyerek utangaç ve mahcup tavırlarıyla yerden izmariti alan adam hemen onu cebine soktu.  Caddeler her zamanki gibi tertemiz olduğundan yerdeki bir sigara izmariti bile dikkat çekiyordu. Belediye kısa bir süre önce temizlik işçilerini, çok fazla işçilere iş düşmüyor, sadece çöp konteynırlarını topluyorlar, halk temizlik konusunda zaten gereğinden fazla duyarlı  diyerek başka birimlere kaydırmıştı zaten.   

Derin derin nefes alarak şehrin caddelerinden yayılan portakal çiçekleri  ile yol kenarlarındaki envai çeşit çiçek kokularını burnuma çeke çeke yürüyordum. Burnuma ne sanayi atıkları kokusu ne de bir zamanlar burnumuzun direğini sızlatan jeotermal ve kömür kokuları gelmiyordu artık. Isınmada kömür de uzun yıllardan beri kullanılmadığı için çevre kirliliği diye bir şey tarihe karışmıştı. Güneşin gücünü keşfettiğimiz, bu müthiş kaynağı depolayarak hem ısınmada hem de enerji üretiminde yaygın olarak kullanmaya başlayalı da yıllar olmuştu.

Bunları düşünürken kaldırımdan inmişim. Yanımdan sessizce geçen aracın sesiyle bir anda ürperdim. Bu yeni arabaların sessizliği güzeldi de yanınızdan geçtiğini bile duyamıyordunuz ya o kötüydü. Aslında çok da araç yoktu ortada. Eskiden olsa egzoz sesinden ve  gereksiz çaldıkları kornalarından hemen fark ederdiniz araçları. Elektrikli ve güneş enerjili araçlar  o kadar yaygındı ki  insanlığın dünyanın kanı petrolü dünyanın kalbinden söküp almasına gerek kalmamıştı. Elbet petrol de sonsuz bir kaynak değildi. Bir gün bitecekti. İnsanoğlu bunu zamanında öğrenmişti. Çok fazla araç yok derken insanların toplu taşımaya yönelmesinden  bahsediyorum tabi ki. 

Şehir merkezine beş kilometre mesafede yeşillikler içinde yapay bir gölün etrafında oluşturulmuş doğal yaşam parkına doğru gidip yanıma aldığım kitabımı okumaktı asıl evden çıkış amacım. Metro hatları şehrimizin en ücra köşesine kadar ulaşıyordu. Hem de sosyal devlet ilkesi gereği herkesin rahatça kullanmasına imkan sağlayacak ölçüde makul bir bedelle hizmet veriyordu nasılsa. Metro durağına doğru yönelirken yolun kenarındaki bisiklet yolundan kendi halinde bisikletiyle geçen kadın sanki tanıdık geldi. Belediye Başkanı değil miydi o? Diyorlardı ama görmemiştim. Yeni seçilen başkan belediye binasına bisikleti ile gidip geliyormuş. Bunu gören şehrimizin genç Valisi de başkandan özenerek  Valiliğe bisikletle gidip gelmeye başlamış. Hem de yalnız başına. Koruma falan da yoktu belediye başkanının önünde ya da arkasında. Öyle ya kendisini başkan olarak seçen halktan ne zarar gelebilirdi ki. 

Aslında yaşadığımız şehir ülkemizin diğer şehirleri gibi suç oranı çok  düşük yerleşim yerlerinden biriydi. Kolay kolay tartışma bile yaşanmazdı. En son karakola intikal eden tartışma ise 4 yıl önce,  bir sokak kedisi yüzünden çıkmıştı. Tabi buna suç denilebilirse. İki komşudan birinin, kapılarının önünde yaşayan sokak kedisini hazır mamayla, diğerinin ise yemek artıkları ile beslemek istemesi üzerine çıkan tartışma sonucu  iki hayvan sever biraz itişmiş, birbirlerini hayvana yanlış besleme yöntemi uyguladıkları konusunda suçlamışlardı. Sokaklarında buna benzer yüksek sesle tartışma ortamını uzun süre görmemiş olan mahalle sakinlerinin şikayeti üzerine konu karakolluk olmuştu.       
    
Bunları düşünürken yanımdan birbirleriyle İngilizce şakalaşarak geçen ilköğretim öğrencilerini gördüm.  Onların arkasından da yarım yamalak Türkçeleri ile yabancı üniversite öğrencileri geçiyordu. Çoktu öğrenci şehrimizde. Çünkü burada yıllar öncesinde kurulan üniversite, başarılı yöneticileri ve işlerinin uzmanı idarecileri sayesinde özellikle tıp ve veterinerlik alanında Avrupa çapında isim yapmış dünyanın ilk 500 üniversitesi arasına girmişti. Bunun sonucu olarak bütün dünyadan şehrimize her yıl yüzlerce yabancı öğrenci geliyordu. Üniversite yalnızca  öğrencileri değil,  kalp ve beyin cerrahisi konusunda dünya çapında uzmanlaşmış hekimlerimizde muayene olmak için binlerce hastayı misafir ediyordu.

Metro durağında banka oturmuş beklerken yanımda oturan  60-65 yaşlarındaki karı koca olduğunu tahmin ettiğim iki kişi ellerinde Avrupa ülkelerine tur düzenleyen bir firmanın kataloğunu  inceliyorlardı. Vakit geçsin diye biraz sohbet ettik. “Nereye yolculuk?” dedim. “Fransa’ya” dediler. “İtalya’da iyidir” dedim. “Geçen yıl gittik.” dediler. “3 yıl önce devlet memurluğundan  emekli olduk, emekli ikramiyemizle çocuklarımıza birer  ev aldıktan sonra her yıl bir ülkeye gitmeye karar verdik. Allah devletimize zeval vermesin, çalıştığımızın karşılığını aldık. Çocuklarımız üniversitede okuyor. Çok şükür. Bizim çektiğimiz üniversite sınavı sıkıntısını onlar çekmedi. İstedikleri meslekle ilgili üniversiteye girdiler. Zaten ülkedeki üniversitelerin hepsi aynı ayarda. Yurt dışından buraya öğrenci gelirken biz yurt dışına göndermeyi zaten düşünmedik.” dediler. 

Bu arada fazla beklemeden  gelen metro vagonuna atladım. Oturduğum koltuktan hafif başımı yana uzatarak  geleneksel adetimiz olduğu üzere yanı başımda oturan vatandaşın elindeki gazetedeki başlıklara bakmak için şöyle bir kafamı uzattım. 

“Enflasyon rakamları açıklandı. Bu yıl enflasyon geçen yıla oranla binde 2 artarak yüzde 3.2 oldu. Binde 2'lik bu artış iktidarı ve halkı rahatsız etti.”

“Düşük enflasyona rağmen yapılan yüksek maaş zammını fazla bulan  Memur Sendikaları, üyelerinin  bu ayki maaş farklarını Küresel Isınma İle Mücadele ve Ekolojik Dengenin Korunması Vakfına” bağışlayacaklarını açıkladılar.” 

“Uzlaşmacı tutumuyla son on yılda batı ve ortadoğudaki siyasal ve etnik gerginleri daha başlamadan bitiren ve ülkeleri silahsızlanmaya teşvik ederek dünyanın daha yaşanabilir bir hale gelmesini sağlayan Cumhurbaşkanımızın Nobel Barış Ödülünün tek adayı olduğu açılandı.”  

“Tarımsal üretimde  yine Avrupa’nın en büyüğüyüz. Almanya ve İtalya’ya ihraç edilen bazı tarımsal ürünlere sınırlama getirildi. Bulgaristan’a saman ihracatı son beş yılın en yüksek rakamına ulaştı”

“Güney Amerika ülkelerinden Arjantin, Peru ve Şili’nin büyükbaş hayvan talebini karşılamak üzere 2 gemi dolusu sığır Mersin Limanından yola çıktı.”  

“Şampiyonlar Ligi finalinde  iki Türk takımı Fenerbahçe ve Galatasaray bu akşam karşı karşıya gelecek. Geçen hafta iki takım arasında oynanan Süperlig  maçını ise Galatasaray, rakibinin sahası Kadıköy’de  6-0 kazanmıştı.”  

“Türk otomotiv sektörünün işgücü ihtiyacına çare olmak için Almanya’dan gelen ilk işçi kafilesi Haydarpaşa Garına iner inmez sağlık kontrolünden geçirildi.”

“Turizm Bakanı bu yıl da geçen yılda olduğu gibi ülkemize gelecek turist sayısında kısıtlama getirileceği ve özellikle İspanyol turistlerin sayısında sınırlamaya gidileceğini açıkladı.”

Yine bir sürü sıradan sıkıcı haberler.

Metrodan iner inmez ellerinde pankartlarla belli ki bir şeyleri protesto eden öğrenciler çevirdi etrafımı. “Bir imza verir misiniz acaba?” dediler. “Ne için bu imza evlat?” dedim. Geçen ay çıkan kitapları kütüphanede bulamadıklarını, üç ay öncesinin kitaplarının geldiğini söylediler. Çocuklar haklılar. Kimsenin gençleri geçen ay çıkmış kitapları okumaktan alıkoymaya hakkı yok. Gerçi kitap fiyatları çok ucuz ama onlar kütüphanede okumayı seviyorlar. Saygı duymak lazım.  

Tam parka girmek üzereydim ki, kalabalık bir taraftar grubunun karşımdan geldiğini gördüm. Yanlarına yaklaşınca bu akşam Şampiyonlar Ligi finalinde karşılaşacak Fenerbahçe ve Galatasaray taraftarlarının birlikte kol kola  marşlar söyleyerek  maçın havasına  girmeye başladıklarını anladım. Kazanan şimdiden belli olmuştu. Yolun kenarında da üçüncü büyük Beşiktaşlılar alkışları ile onlara destek veriyorlardı.

Marşların tınısına ayak uydurup kendimi kaptırmışken yanımızdan hızla korna çala çala  geçen kamyonetin arkasından sinirle istemsizce söylendim. Dur şunun plakasını alayım derken hızla uzaklaştı. Ancak hayal meyal kamyonetin arka camına yazılmış iki kelimeden ibaret şu sözcükleri okuyabildim.

“NEREDESİN ÜTOPYA”….
…………………………………………….

 TDK Türkçe Sözlüğe göre ÜTOPYA, “Gerçekte var olmayan, gerçek olmayan, fantastik” anlamında iken  Avrupa dillerinde "İdeal devlet" olarak anlam kazanmış, Türkçe de “Gerçekleştirilmesi olanaksız tasarı ya da düşünce, bilimselliği olmayan” bir kavram anlamında kullanılmaktadır.

Aracının arka camına  “NEREDESİN ÜTOPYA” yazdıran ve yük taşımacılığı yapan  abimiz bu yazının hikayesini şöyle anlatıyor: Kamyonetin arkasına “NEREDESİN” yazdırmak için tabelacıya gittim.  Üniversiteli bir genç geçiyordu o sırada. Okumuş bu benim yazıyı. Abi yazının altına bir de ÜTOPYA ekletsene dedi. ÜTOPYA ne ola ki dedim. “Gerçekte olmayan hayali bir ülke dedi” Hoşuma gitti ben de yazdırdım. Benim “NEREDESİN” oldu “NEREDESİN ÜTOPYA”  Yazı şimdi herkesin ilgisini çekiyor. Durdurup soran var. 

Bir gün siz de Ütopyayı ararsanız, taşıdığı yükün yorgunluğunu atmak için çoğu zaman park halinde durduğu  Aydın Vergi Dairesinin ara sokaklarında bir yerlerde bulabilirsiniz. 



     

26 Kasım 2019 Salı

İYİ YÖNETİLEN BİR KENTİN YURTTAŞI OLMAK

Felsefe tarihinin en ilginç filozoflarından olan ve “Felsefe” (Philosophia) kelimesini ilk kez kullanan Samos’lu Pisagor (Kendileri Pisagor bağıntısını başımıza dert eden muhteremdir)  milattan önce 570 yılında doğduğu adada Pisagor’un yarım dairesi adlı bir okul kurar ancak adalıların eğitime pek meraklı olmadığını fark edince, yurdunu terk edip Güney İtalya’da Kroton’a yerleşir.

Yerleşir yerleşmez de saygın görünüşü ve sakin konuşma uslubuyla şehrin yönetiminden sorumlu yaşlılar meclisini hemen etkisi altına alır. Onların ricasıyla önce gençlere, sonra da okul çağındaki çocuklara ve belki de en önemlisi kadınlara yönelik konuşmalar yapar. Halk onun kendilerine nasıl adil ve ahlaki yaşayacaklarını öğretmek üzere gönderildiğine inanır. Hatta dahası en iyi yönetim şeklini, halkın bir arada uyum içinde yaşaması için gerekenleri, kanunları, terbiyeyi, ölülere saygıyı, nefse hakimiyeti, kısacası bilgelik dostu insanın kafasını kurcalayan her şeyi Pisagor’un kendilerine açıklayacağına inanırlar ve öyle de olur.

Kroton’ daki ilk işi kendi adıyla bir okul kurmak ve kendine özgü bir eğitim tarzı belirlemek olur. Çünkü zihninde şekillendirdiği siyasi ve dini kalkınma hareketini ancak kendi öğretileriyle yetişmiş seçkin bir öğrenci topluluğuyla başarabileceğine inanır. Ona göre bir insanı eğitmenin en iyi yolu öncelikle onu iyi yönetilen bir kentin yurttaşı haline getirmekti.

Pisagor’dan yaklaşık ikibin yıl sonra bugün bizler de yaşadığımız kentin yöneticilerini seçmek üzere sandıklara koştuk. Yazıya başladığımda daha ak koyun kara koyun henüz belli olmamıştı. 1 Nisan sabahı kimi sevinecek kimi de üzülecek. Oy kullananlardan da sevinenler olduğu gibi üzülenler de olacak elbette. Hepsinden önemlisi iyi yönetilen bir şehrin vatandaşı olabilecek miyiz? Bizleri yönetme şerefine kimler nail olacak. Merakla bekliyoruz bakalım.

Yine pazarlarda halkla iç içe görebilecek miyiz kazananı. Makamlarına destursuz girebilecek miyiz. “Telefonum halkım için yirmi dört saat açık”  diyenleri aradığımız da “Bu hat kullanılmamaktadır” sinyalini mi duyacağız? yoksa “Başkanım şu anda toplantıda biz size döneriz“ diyen ve bize hiç dönmeyeceğini bildiğimiz sekreterin sesini mi duyacağız? Kazara yolda tesadüfen gördüğümüz başkanımıza bir selam vermek istediğimizde “Açıl açıl açıl” diyen korumaları tarafından itilip kakılacak mıyız?

Oy kullanmaya giderken bunları düşündüm. Yaşlı teyzeleri amcaları gördüm. Ayda, haftada bir evden çıkan. Elinde bastonuyla iki büklüm halde oyunu kullanmaya gidenler vardı. Onların oylarını hak etmek çok önemli. Oturacağınız makamlarda öncelikle bunları düşününüz.

Bakın sevgili siyasetçiler, başkan adayları.. Sizleri alımlı, çalımlı makamlar, rahat koltuklar, lüks makam arabaları, etrafınızda ellerini önüne bağlamış danışmanlar, yardımcılar, sekreterler bekliyor olabilir. Belki farkında değilsiniz ama bu koltuk rahat olduğu kadar  çok da tehlikeli bir koltuk. İyi işlerinizde alacağınız hayır duaları kadar, yanlış bir kararınızda bütün bir şehrin günahını taşımak var. “Nerden seçtik bunu, oyumuz haram olsun!” seslerini duymak var. Bunlar kolay işler değil.

Haram yemeyi sevmeyen başkan adaylarımız.. Nasıl helallik ve haramlık sadece para pul hakkı geçmesiyle  olmuyorsa vatandaşın da oyu sizlere helal de olabilir haram da. Oylarımızın hakkını vermek,  helal ya da haram olmasını sağlamak sizin elinizde. Kendinden olana  hizmet götürmek, yardımda bulunmak, adaletli davranmak değildir. Asıl adaletli başkan kendinden olmayana da hizmet götüren, onu da kucaklayan, derdini sorununun dinleyen başkandır. Size oy vermeyeni de başka türlü kazanmanızın imkanı yok.

Felsefe ile başladık felsefe ile bitirelim. Platon'un Cumhuriyet (Republic) isimli kitabında Sokrates, Ademantus isimli bir diğer karakter ile demokrasi hakkında sohbet eder. Sokrates Ademantus'a demokrasinin eksiklerini ve hatalarını göstermeye ve anlatmaya çalışır. Bunu yapmak için Sokrates, toplumu bir gemiye benzetir. Sokrates şöyle sorar:

"Eğer ki deniz yoluyla bir yolculuk yapmak isteseydin, geminin kontrolünün kimde olacağına nasıl karar verilmesini isterdin? Rastgele ve herhangi bir grup insan tarafından mı, yoksa deniz seyahatleri konusunda deneyimli, bilgili ve eğitimli insanlar tarafından mı?"

Ademantus'un cevabı çok açıktır: Elbette ki ikincisi! Sokrates'in buna cevabı ise şu şekildedir:

"Peki bu durumda nasıl olur da, bir ülkedeki yetişkin insanların rastgele ve herhangi bir grubunun bir ülkeyi kimin yöneteceğine karar verebilecek donanımda olduğunu düşünebilmekteyiz?"

Sokrates'in bahsetmeye çalıştığı şey, seçimlerde oy kullanmanın bir "yetenek" olduğudur. Dolayısıyla oy kullanmanın da, diğer her yetenek gibi insanlara sonradan, dikkatle ve sistematik bir şekilde öğretilmesi gerekmektedir. Yeterli donanıma ve eğitime sahip olmaksızın insanlara oy kullanma hakkının tanınması, yeterli donanım ve eğitime sahip olmayanlara fırtınalı bir havada yolculuk yapacak bir geminin kontrolünün kime teslim edileceği kararını alma yetkisi vermekle aynıdır. 

Sokrates oy verme yetkisinin, sadece ve sadece verecekleri oy hakkında mantıklı, derin analizler ve sentezler yaparak karar verebilecek insanlara verilmesi gerektiğini düşünmektedir. Yani oy verebilmek için, bu konuda eğitim alınmasının ve eğitimin de ötesinde bireylerin verecekleri oy konusunda derin düşüncelere sahip olduğunun garanti edilmesinin şart olduğunu söylemektedir.

Günümüzde ikibin yıl öncesinde olduğu kadar değerli fikirleri olan filozoflarımız yok!  Sokrates’in sözlerini bugünün kafasıyla düşündüğümüzde asıl demek istediğinin oy verenlerin oylarını doğru insanlara verdiğinden emin olmaları gerektiğidir.  Bugün kötü yönetilen şehirlerde, orantısız betonlaşma, sosyal hizmetlerdeki eksiklikler, her kesimden siyasi görüş sahiplerinin kendi yandaşlarına yaptığı yardımlar, hizmetler, adam kayırma, kendine yakın adamlara verilen ihaleler gibi  olaylara sebep olan yöneticiler,  oy verme yetisine sahip olmayan yığınların bilinçsizce  iş başına getirdiği yöneticilerdir. Şüphesiz çoğunluğun seçtiğine uymak demokrasinin ön şartı. Ancak çoğunluğun seçtiği yönetici her zaman doğru kişi mi? Oy veren vatandaşlar olarak da yerel yöneticileri seçeceğimiz bu seçimde vereceğimiz oyu ölçüp tartıp ona göre vermeliyiz.

Velhasıl iki aylık krallığımız bugün itibari ile bitiyor.  Oylarımızla birilerinin yarın sabah sevinmesine ya da üzülmesine  sebep olacağız. Güzel günler, çadır eğlenceleri, çaylar, kahveler, davullar, zurnalar  geride kaldı. Yarından itibaren hangi sözler tutulacak, hangi vaatler gerçekleştirilecek kim seçilirse seçilsin takipçisi olmalıyız.

İnşallah 1 Nisan sabahı iyi yönetilen bir kentin yurttaşı oluruz.

Son söz; tutulmayacağını bildiğim halde küçük bir ricam var. Yaşadığım şehirde kim başkan olursa olsun, seçim sonuçları açıklanmaya başladığı ve kazandığı belli olduğunda havai fişek gösterisini abartmazsa çok mutlu olacağım. 

KADIN OLMANIN GÜNAHI

Nezihe Muhiddin Tepedelengil, 1889-1958 yılları arasında yaşamış, Türk kadınına seçme seçilme hakkı verilmeden yıllar öncesinde kadın haklarını savunmasıyla dikkat çeken, çok önemli bir tarihi karakterdir. Feminist hareketin tanımının daha yapılmadığı Osmanlı döneminde  Nezihe Muhittin, 1934'ten çok önce, daha 16 haziran 1923'te Kadınlar Halk Fırkasını kurmuş ve kadınlar için oy hakkı savaşımını vermiştir. Ancak TBMM, kadınlara parti kurma hakkını tanımadığı için Nezihe Muhittin ve arkadaşları partiyi kapatmak zorunda kalmışlardır. 1924'te Türk Kadınlar Birliğini kuran feministlerden biri olan Nezihe Muhittin, cumhuriyet öncesinde çeşitli kadın derneklerinin kurulmasında da rol oynamıştır.

İlginçtir ki, 1923  seçimlerinde, kadınlara seçme ve seçilme hakkı henüz verilmemiş olduğu halde, Konya, İstanbul, Diyarbakır, Malatya illerinden Nezihe Muhittin ve Latife Hanım için sandıktan oy çıkmış, meclisin gösteremediği hassasiyeti, seçmen sandıkta verdiği mesajla  gösterebilmiştir. O yıllarda Nezihe Muhittin, camilerde kadın konferansları düzenlenmesi için diyanete başvurmuş, kadınlara seçilme hakkı verilmesi için çırpınmış fakat başarılı olamamıştır.

Parti kurma izni alamayan Nezihe Muhiddin, kadınların siyasi ve sosyal haklarına yönelik faaliyetlerini devam ettirmek için 7 Şubat 1924 tarihinde Türk Kadınlar Birliği’ni kurmuş ve Birliğin başkanı seçilmiştir. 1925 yılında İstanbul’da boşalan bir mebusun seçimi sırasında TKB tarafından kadın mebus gösterme hamlesi yapılmış, fakat anayasal olarak mümkün olmadığı cevabı alınmıştır. 1927 seçimleri için kadın mebus adaylarının seçilmesi için tekrar girişim başlatmalarına rağmen, önlerine dikilen anayasa engelini feminist bir erkek aday gösterme yoluyla aşmak istemişler, fakat başarısız olmuşlardır.

1934’den çok daha önce cumhuriyetin ilk yıllarında kadın hareketinin örgütlü hale gelmesi, bu mücadelenin tabana yayılmasının sağlanması, seçme ve seçilme hakkı ile  kadınların siyasi hayata katılabilmesi için  çalışan ve Türk kadınının günümüzdeki kazanımlarına ışık tutan Nezihe Muhittin’in, sonu akıl hastanesinde noktalanan hayatının anlatıldığı  Ümran Safter’in yönettiği, Ahsen Diner’in senaryosunu yazdığı “Kadın Olmanın Günahı” adlı 2018 yapımı  filmde ön yargılarla, yerleşik değerlerle, otoriteyle savaşan, cesur bir feminist kadının hikayesi anlatılarak unutulan, yok sayılan, tarih kitaplarında adı dahi hiç anılmayan bir kadın “Nezihe Muhiddin” ve onun mücadelesi yeniden gün ışığına çıkarılmıştır.

GİYOTONE KAHKAHALARLA MEYDAN OKUYAN KADIN

Cumhuriyet Türkiyesinde kadınlara seçme ve seçilme hakkının  verilişinden tam bir yıl sonra 1935’de Cezayir’de Cemile Bouhired (Djamila Bouhired) adlı bir kız çocuğu doğdu. Çocukluk ve gençlik yıllarında ülkesi Fransız işgali altındaydı. Cemile’nin ilk isyanı da sömürgeciliğin asimilasyon politikasına karşı oldu. İlkokulda her sabah okutulan ‘Annemiz Fransa’ marşını ‘Annemiz Cezayir‘ diye okuduğu için okuldan uzaklaştırıldı. İşgal altında büyüyen Cemile, tanıyanlarda etki bırakan bir karaktere sahipti. “Ömür boyu hapistense idam daha özgürleştirici bir seçenektir” diye işgalciye meydan okuyan Cemile ilk gençlik yıllarında bağımsızlık savaşçılarına katıldı. “Ülkemin her çocuğunun feryadı benim feryadımdır” diyen Cemile, sömürgeciliğe karşı verilen direnişte hep ön saflarda yer aldı. 

1957 yılında  tutuklanan Cemile Bouhired yaralı ve işkence görmüş halde Cezayir’de hakim karşısına çıkarıldı. “Cezayir’de bir kadın kahraman yaratmak istemiyorum” diyen Fransız hakim, Cemile ile gizli bir görüşme yaparak, “Doktor kontrolünde sana akıl sağlığının yerinde olmadığı raporu verelim serbest bırakalım” teklifinde bulundu Bunu şiddetle reddettiğinde ailesiyle birlikte 23 gün ağır işkence gördü. Fransız askerlerinin sorduğu soruları yanıtsız bıraktığı için tecavüze uğradı, cinsel işkenceye maruz bırakıldı. Fransız yazar Simon De Beauvoir, Cemile’nin hikayesini kaleme aldığı yazısında, “Bir kadının bedeninin savaş aygıtı haline getiren ülkemden utanıyorum. Cemile’ye tecavüz eden askerler beni savunuyor olamaz. İşgali ve sömürgeciliği sürdürmek için ben Fransız vatandaşı olarak hiçbir postala yetki vermedim. Ben işkencecilerin yanında değilim, kız kardeşim Cemile ile birlikte Cezayirliyim” diyordu.

Tartışmalı bir mahkeme sonunda hakkında giyotinle idam kararı verilen Cemile için salonda herkes gözyaşlarına boğulurken, 22 yaşlarındaki orta boylu esmer kadın kahkahalarla gülmeye başlıyor ve herkesi şaşkına çeviren kahkahalarının ardından tarihe geçecek şu sözleri söylüyordu: “Bizi öldürmekle Cezayir’in bağımsızlığına kavuşmasını engelleyemeyeceksiniz.”

Bouhired cezaevinde tutuklu kaldığı 5 yıllık süre içerisinde birçok yandaşının giyotinle infaz edilişine tanıklık etti. Fransız mahkemesinin aldığı idam kararına karşı Bouhired’in avukatı Jacques Vergès dünya çapında büyük bir medya kampanyası başlattı ve bu kampanya sonucu Bouhired ve arkadaşlarının infaz kararını durdurmayı başardı. Bouhired, 1962 yılında serbest bırakıldığında Cezayir’de bir kahraman gibi karşılandı ve Afrika direnişinin simgesi haline geldi. Bu olaydan sonra Bouhired ile Vergès evlendiler ve Afrika devrimi üzerinde birlikte çalışmaya başladılar. Bağımsızlığın ardından kadınlar için çalışmalar yürüten Cemile, ülkesindeki iktidarların uygulamalarını ütopyasından uzak bulduğu için bir süre sonra siyasetten çekildi.

Türkiye’deki kadınların siyasi hakları için direnen Nezihe Muhittin’in hayatı  bir belgesel film olarak ancak 2018 yılında çekilirken, özgürlük mücadelesinin Afrika’daki simgesi olan Cemile Bouhired’ın hayatı 1958 yılında Mısırlı yönetmen Youssef Chahine  tarafından “Cezayirli Cemile” adıyla sinemaya uyarlanmıştır. Filistin’in bağımsızlık mücadelesine destek veren Cemile en son olarak 8 Mart 2014’te Dünya Kadınlar Günü’nde dünyanın bir çok ülkesinden 80 kadınla birlikte Gazze ablukasına karşı başlatılan yürüyüşü organize etmişti.

Cemile hapiste iken bütün dünya ile birlikte Türkiye’den de tepki yağar Fransa’ya. Ünlü şairimiz Ahmed Arif de Cezayirli Cemile Buhayrad’ a bir mektup gönderir. Şeyhmus Diken’in “Ahmed Arif - Abisi Olmak Halkının” adlı kitabında okuduğum ve bu yazıya esin kaynağı olan mektubu ise şöyledir:  

 “Bir adını biliyorum, bir de yaşını… Yüzünü görmedim ya, sen yaşta kız kardeşim var. Mutlak ona benzersin. Başkaca düşünemem. Sen Cezayir’den bir can’sın, ben Türkiye’den. Ayrı suların, ayrı toprakların çocuklarıyız ama kardeşiz.
Ben, bu kahrolası yazıya oturunca, senin idamın için hazırlıklar yapılıyordur. Karşında Lejyon’dan bir manga… Dünyamızı, hayatı, bir solucan kadar olsun anlamaktan, sevmekten korkanların mangası. Onlar, hep öyledirler. Silahı, insan avını zulmü severler. Kim bunlar? Kimlerin soyundan inip gelirler? Aklım duracak… Belli ki ömürlerinde bir sefer olsun, bir çocuk, bir çiçek, bir türkü sevmemişler. Namusla, yürekle, alın akıyla seven bir kadının koynuna girmemişler. Mertlik, can saygısı, dünya sevdası, bir lahza bile yüreklerine konuk olmamış.

Ve hiç utanmadan da İncil-i Şerif’i kitab bilirler. Oysa yaptıklarının hiçbir kitapta yeri yok! Onlar ki her iki cihanda da yüzleri kara! Senin o Meryem’den bin daha aziz, bin daha bakir canının değerini ne bilecekler…

Karşında bir manga. Ölüm mangası. Parayla, yalan dolanla, o murdar korkuyla aldatılmışlar. Bundan ötürü küstah, bundan ötürü zalim… incecik, tazecik çocuk kolların arkadan bağlı. Bilirim gözlerini bağlatmazsın sen. Namlular karşısında dimdik ve espa’sız duruşunu hayalliyorum. Kavgandan bir marş, bir mısra mı son sözün? Anana, kardeşlerine selam mı yoksa?


On dokuz yaşındasın. Sakın, gençliğime doymadım, deme! Şimdiden ölümsüzsün. Niceleri var ki bin yıl yaşasa, sencileyin bir haysiyet katamaz yaşamaya. Yarının CEZAİR’inde, kurtarılmış CEZAİR’de, okullarda bebeler, önce senin adını belliyecekler. Sonra dünyayı!

İnan, seninle birlik ya da senin yerine, kurşuna dizilmeyi çok isterdim. Ölümüne nispet, yaşamak silik ve anlamsız, CEMİLE.

**********
Ülkemizde siyasal haklar için, başka bir ülkede de bağımsızlık için mücadele veren  iki kadının öyküsü böyle.

Günümüzde siyasal haklar için mücadele etmek zorunda kalmayan,  muhtar, belediye başkanı, bakan, hatta cumhurbaşkanı bile olmasının önünde hiçbir engel bulunmayan Türk kadınları yasal olarak değilse bile erkek egemen yasa koyucular ve belki de temiz yapılmayan siyaset nedeniyle siyasal hayattan uzaklaştılar. Ellerindeki hazır bulunan bu imkanlar için hangi yollardan geçilip ne mücadeleler verildiğinin bilinmesi belki kadınlarımızı siyasete atılma yolunda biraz daha cesaretlendirir.

Yaklaşan yerel seçimlerde her kesimden kadın muhtar adaylarının artışı ile birlikte, yerel yönetimlerde belediye başkanı, mecliste vekil olarak kadın sayısının artması siyasetin daha temiz yapılmasının çarelerinden biri olabilir.

Bu iki kadının öyküleri vesilesi ile bütün kadınlarımızın 8 Mart Dünya Kadınlar gününü kutlarım.

AYDIN'DA YAŞAMAK

Milli mücadelenin bizzat içinde olan halkı gibi,  İstiklal, Cumhuriyet, Zafer, Kurtuluş  gibi milli mücadeleye atıfta bulunan isimleri olan  mahallelere sahip olmaktır.

Aynı zamanda,  Dalama, eski adlarıyla Aşağı Domalan   ve Yukarı Domalan, Damarası gibi kelime oyunlarına elverişli mahallelerine de sahip olmaktır. 

Grinin olmasa bile yeşilin her tonunu görebileceğiniz envai çeşit otun olduğu haftanın hemen hemen her günü kurulan pazar yerlerinden alışveriş yapabilmektir.

Günde dört mevsimi yaşamaktır. Öyle ki  sabahın kuru ayazında kabanla evden çıkar, öğleden sonra kendinizi piknik programı yaparken bulabilirsiniz. Dönüşte  ıslanmadan eve dönebileceğinizin de garantisi yoktur.

Cadde kenarlarında bolca bulunan turunç ağaçlarındaki turunçları, şehre ilk gelenlerin  portakal sanarak toplayıp yerken, ekşimiş yüzlerine bakıp  gülmektir.

Evliya Çelebinin tanımıyla  dağlarından bal (incir),  ovalarından yağ (zeytin) akarken,  son zamanlarda  ovalarında jeotermal dumanı tütmesiyle birlikte dağlarından da artık eski kalitesinde bal akamamasını çaresizce seyretmektir.

Sabah odanızın penceresini açıp kuş sesleriyle, mis gibi havasıyla uyanmaktır,  demek isterdim ama ne yazık ki güne jeotermal santrallerden gelen çürük yumurta kokusunu duyarak başlamaktır.

Tarımsal, sanayi ve teknolojik  ihracatını bilmem ama bütün Türkiye’ye  Karacasulu, Yenipazarlı ve Bozdoğanlı pide ustaları ihraç etmektir.

Neredeyse her gün bir köşe başında lokma hayrı yapıldığından, açlığını gidermek için başka bir şeye ihtiyaç duymamaktır.

Sağcısının ayrı, solcusunun  ayrı sahiplendiği Adnan Menderes’e yaşarken sahip çıkmamak, idamına sessiz kalmak, ölümünden sonra  sevgi gösterisi olarak markete, bakkala, kasaba resmini asmaktır.

Yıllarca sağ partilerin kalesi iken nasıl sol parti kalesi olunduğunu anlayamamaktır.

Son yıllarda yeni yerleşim yerleri ve  mahalleler oluşmasına  rağmen şehrin “Mecburiyet Bulvarı” Adnan Menderes Bulvarında adım başı açılan  çiğ köfteci, tavuk dönerci kokusuyla çakma parfümcü kokusunun birbirine karışmasına şahit olmaktır.

Ege şivesi ile konuşan  biriyle asla kavga edememektir. Hadi ettiniz diyelim.  Ege şivesiyle yapılan küfürleri duyunca dayanamayıp  gülmek, ardından   ”Ne gülüyon len” diye suratınız ortasına yumruğu yemektir.

Okulların kapanması ile birlikte yazlıklara ve deniz kenarına akın eden halkı nedeniyle hafta sonu dışarı çıktığınızda izine çıkmış asker ve polislerle kendini kışlada dolaşıyor sanmaktır.

Bir yandan İzmir’in, diğer yandan Denizli’nin sıkıştırmasıyla, yıldız futbolcular arasında  kendini göstermesi imkansız  yerli futbolcu gibi, ne yaparsa yapsın, kendini ne kadar geliştirirse geliştirsin yine de bir İzmir, bir Denizli olamamanın,  acısını çekmektir.

Nisan başından Kasım sonuna kadar yaz mevsimi yaşamaktır.

Doğuda kar tatili yapılırken, Yazın 45 derecenin üzerine çıkan  yüksek sıcaklar nedeniyle “Sıcak tatili”  yapmaktır.

“Bıyıksız Efe olu mu len !” diyerek Yörük Ali Efe heykeline sonradan bıyık taktıran halkının, seçtiği kadın belediye başkanına “Topuklu Efe” demesine anlam verememektir. 

En yakın havaalanının 1 saat uzaklıkta olmasına rağmen,  hayatında hiç uçağa binmemiş, uçakla işi olmayan  vatandaşların bile  “Aydın’ a havaaalanı da havaalanı” diye tutturduğuna şahit olmaktır.

Nasıl olduysa hala kendilerine “Plaka 09 buçuk Nazilli” dememelerine şaşırmak, İl merkezine yalnızca 45 km mesafede yaşayan Nazillililerin her fırsatta İl olmaya çalışma sevdalarını takdir etmektir.  

Herhangi bir köyünde,  yerel şiveyi geçtim köylülerin hızlı konuşmasını bile zor anlamaktır.

Televizyondaki Ege dizilerinde oyuncuların ege şivesini yapamayışlarına gülmektir.

Şehir merkezindeki trafik karmaşasına üzülmek, zaten rezalet durumdaki şehir içi yollardaki “hız tümseği” adı verilen, ancak tümsek tanımını  aşan  “küçük tepecikleri”  yaratan belediye başkanını oto sanayi esnafının ne kadar sevdiğini görmektir.

“Ne ara şehir olduk biz” derken, evlenmek için yaşı büyütülmüş genç kızlar gibi  bir anda büyütülerek “Büyükşehir” olunmasına şaşırmaktır.

Trafiği rahatlatmak için yapılan battı çıktının tren yoluna paralel olmasına ve trafiği daha da karıştırmasına boşuna kafa yormamaktır.

Trafik kurallarına sürücüsüyle, yayasıyla uymamak, şehir içinde trafik ışıklarına riayet etmemektir. Yayalar için konulan trafik ışıklarının boşuna konduğunu düşünmektir.  

Aldığı aşırı göç nedeniyle sokağa çıktığınızda her milletten, her memleketten, her kökenden  insanı görebilmektir.

Buraya tayini çıkan memura, “Aydın’ı nasıl buldun” diye sorunca “Böyle şehirde yaşanır mı? Hiç sosyal faaliyet yok, gezilecek yeri yok aman desem!” diye sitemkar cevaplar duyup,  aynı kişilerin emekli olunca ev alarak Aydın’a yerleştiğini gördükten sonra  yine kendisinden Aydın hakkında yaptığı övgüleri dinlemektir.

İstanbul’da Gezi Parkında kesilen ağaçlar için ayaklanan  vatandaşlarının,  fastfoodçu açmak için  şehrin yemyeşil güzelim meydanındaki ağaçların kesilmesine sessiz kalmasına şaşırmak, şehrin içinde nefes alınan yeşillikler içinde, her çeşit ağacın bulunduğu sulu parkın beton parka dönüşmesini çaresizce izlemektir.

İşlerini büyütüp yatırım yapmayan, ama parayı bulunca yazlık alan, arabayı sıfırlayan, ikinci, üçüncü, dördüncü, onuncu evini alan, Aydın’da kazandığı parayı İzmir’de İstanbul’da harcayan  iş adamlarının, kahvede oturan genç işsizler için “Boş boş oturup okey oynuyorlar, çalışsalar ya!” deyişini derin bir offf çekerek dinlemektir.

Hal böyle iken diğer yandan, işsizlikten yakınan ama iş beğenmeyen genç ve dinamik kalabalığın çocuklarının geleceği için endişe duymaktır.

Modern kafelerinde macchiatonuzu yudumladıktan sonra,  girdiğiniz ara sokakta bardakta kar helvası alabileceğiniz, çay ocaklarında ise  koruk suyunu tadabileceğiniz mekanları bir arada  bulabilmektir.

Aynı çay ocağının önünden geçerken klasikleşmiş  “Bene bi çay yap” cümlesini mutlaka duymaktır.

Her şeye rağmen tarihi, turizmi, iklimi, doğal güzellikleri ve adı gibi aydın insanların çoğunlukta olduğu bir şehirde yaşadığınız için başkalarınca içten içe kıskanılmaktır. 

Yaşarken “Şurdan bir kurtulsam” demek,  ayrı kalınca deli gibi özlemektir.

Tarihçi Heredot’un Aydın için tanımladığı gibi,  “En güzel gökyüzünün altındaki en güzel yeryüzünde” yaşamaktır.

Tahta Sandalye

Yerel seçimler öncesi çok eğlenceli günler geçiriyoruz. Pazarda sebze alırken bir anda karşınızda bir belediye başkan adayını görebilirsiniz. Sırtınızı sıvazlayabilir hatta  yaşça büyükseniz  adeta bir sevgi kelebeği edasıyla  elinizi bile öpebilir. Aman ha, “Bizim su parası çok geliyo evladım” demeye niyetlenmeyin sakın. Siz daha “su” demeden  bir koruma sizi yana doğru iterek “Tamam tamam hepsini çözcez deyzem” yanıtını alabilirsiniz.

 Seçilirlerse makamlarına varmak için randevu bile alamayacağınız başkan adayları   “Hayırlı işler, nasıl gidiyor bakalım?  Diyerek dükkânınızın önünde bitiverirler. Hatta ısrar ederseniz –ki ısrara gerek bile  olmayabilir-  birlikte çay bile içebilirsiniz. Hatta bir tanesi daha da abartmış. Geçenlerde  basında gördüğüm bir fotoğrafta adaylardan biri güya ayakkabı boyacısı olmuş, boya sandığının arkasına  geçmiş vatandaşın ayakkabısını boyuyordu. Seçim öncesi cilalama faaliyetleri bundan daha güzel anlatılamazdı her halde.

ADAYLAR SEÇİM KÖPRÜSÜNÜ GEÇENE KADAR DAYILIĞIMIZIN KIYMETİNİ BİLELİM

Böyle güzellikleri beş yılda bir yaşıyoruz. Şaka bir yana, adaylar şu seçim köprüsünü geçene kadar vatandaş olarak dayılığımızın kıymetini bilelim. Bu güzellikleri gördükçe, keşke seçim kanunu değişse de genel seçimler iki yılda bir, yerel seçimler de her yıl yapılsa diye düşünmüyor değilim.

Siyaset otobanında keskin bir hamleyle sol şeritten sağ şeride makas atarak geçen bir başka Efeler Belediye Başkanı adayımız  da “Hizmete Devam” diyor. Hizmet dediği de büyükşehirden elinde kalan dar sokakların bakımı, küçük parkların yapımı, küçük sokaklara parke döşenmesi,  tanıtım pankartlarında sanatçıların adından ve resminden daha büyük kendi adı ve resmi bulunan kültür sanat faaliyetleri. Seçim sloganında altmışlı yılların siyasi sloganlarını kullanarak geçmişe  dönüş yapan ve “Yeter! Söz Efeler Halkının” diyen adayımızın hedefinde inşallah geleceğe dair planlar ve 2020’li yıllar vardır. 

İLETİŞİMİMİZ KOPSUN GÖNÜL BAĞLARIMIZ KOPMASIN

Seçimler çalışmalarına ”Gönül bağımız var” diyerek devam eden bir başka Efeler adayımızın  seçimden sonra vatandaşla gönül bağları ile telefon ve iletişim bağlarını da koparmayacağını umuyorum. Başkan olursa tek korkum başkanın burnu. Neden mi. Çünkü sayın başkanımızın  burnunun, daha önce görev yaptığı ilçede  jeotermal kokusuna alışık olmasıdır. Seçilirse yetki alanında olup olmayacağını bilemiyorum ama o burun bu kokuya alıştıysa gelecek yıllarda Efelerde çevrecilerin işi daha da zor olacak gibi. Çünkü Aydınlılar olarak “Aydın’da bir yerlerden burnumuza kötü kokular geliyor” dediğimizde mecaz yapmadığımızın siyasilerce  anlaşılması gerek.

YAYA GEÇİTLERİ HALKIN, MEYDANLAR SİYASİLERİN OLSUN

Geçen hafta Sayın Cumhurbaşkanımız seçim öncesi Aydın’ a bir ziyaret gerçekleştirerek kent meydanında konuşma yaptı. Kırk beş dakikalık konuşmasının otuz beş dakikasında ülke gündeminden bahseden Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan,  konuşmasının beş dakikasında  da belediye başkan adaylarının tanıtımı yaptı. Yerel seçimler öncesi yapılan kırk beş dakikalık bu halka seslenişin kalan beş dakikasında  da  Aydın’la ilgili sadece iki maddeden bahsetti: “Aydınlı hemşehrilerimin atık su bedellerinin yüksekliğinden şikâyet ettiğini duydum.” Diyerek devam etti: “ Büyükşehir belediyesini Ak Parti yönetmeye başladığında bu sorunla birlikte,  belediye içme suyu bedelleri de çözülecek”.

İkinci olarak “İstanbul’da olduğu gibi Aydın’da Halk ekmek fabrikaları kuracağız” dedi. Son olarak da kendisini dinleyen kalabalığa  “Aydın’ı geleceğin belediyecilik anlayışı ile buluşturuyor muyuz?” sorusunu yönelterek “Evet” cevabını aldı ancak geleceğin belediyecilik anlayışının ne olduğunu açıklamadı. Belki ileriki günlerde bunu Büyükşehir belediye başkan adayı seçmenlere açıklar.

BROŞÜRLÜ VAAD ŞÖLENİ

Kent meydanında her iki partinin aday tanıtım çadırları yan yana kurulmuş, çadırların önünde sıra sıra gençler gün boyu müzik eşliğinde gelip geçen vatandaşa broşür dağıtarak aday tanıtımı yapıyorlar.  Bir yerel gazetemizde bu  “Meydanda demokrasi şöleni” başlığıyla yer buldu. Demokrasi şöleni değil, olsa olsa “Broşürlü vaad şöleni”dir.  Parti çadırlarının yan yana durmasının demokrasiyle ilgisinden çok “Sen benim müziğimin sesine karışma ben seninkine karışmayayım. Sen müziğini açtıkça ben de seninkini bastırmak için daha çok açarım” dayanışmasıdır o. 

Zaten okumayı sevmeyen, broşürün yalnızca resimlerine bakan vatandaşımız aldığı broşürleri on adım sonra çöpe atıyor. Dikkat ettiğim kadarıyla broşürlerde “Ey vatandaş seçilirsek Aydın’da  şöyle yapacağız, böyle yapacağız“ diyen de yok. Mevcut başkan “Bakın biz görevdeyken neler yaptık” derken diğer adayların bazıları ise “Seçilirsek şunu yapacağız” bile diyememiş. Gerçekten bir sürpriz hazırlıyorlar galiba şimdiden söylemek istemiyorlar diye düşünmek istiyorum bütün iyi niyetimle. Belki  de projelerinin çalınmasından korkuyor da olabilirler. Birileri de yerel seçimle genel seçimi karıştırmışa benziyor. Yoksa neden domates, biber, patlıcan fiyatlarına atıf yapsınlar ki?

SEÇMEN GERÇEK SAMİMİYETİ SEVİYOR

Seçmen broşür okumaktan ziyade kendisine adayların direk ulaşmasını seviyor. Önerim parti genel başkanlarının yaptığı gibi adaylar da meydanlara çıksın, halka hitap etsin. Seslerini duyalım, hatipliklerini görelim. Kent meydanı ellerinin altında. Çıksınlar otobüsün üzerine parti genel başkanlarının gölgesinde kalmadan halka hitap etsinler. Vaadlerini broşürden okumayalım, birinci ağızdan duyalım. Hoşumuza giderse de alkışlayalım. Şimdiye kadar görmedim halka hitap eden başkan adayı. Bilmem bundan sonra görür müyüm? Adaylar belediyeyi biz yönetelim derken, trafik sorununu nasıl çözeceğinden bahseden yok, alt yapı, kanalizasyon, en ufak yağmurda felç olan  yolları, su basan evleri gören yok, Aydın’ın kaldırımsız sokaklarını, rezalet şehir içi yollarının düzeltmekten bahseden yok. İlçelerin sorunlarına ise hiç girmiyorum.  Bilinçli seçmen adayların semt pazarlarında gezerek “Ayşe deyzem nassın” “Ali Dayı ver elini öpüverem” tarzı sempatik yakınlaşma çabalarına ya da giydirilmiş seçim minibüsü hoparlöründen gelen “Ercan Kundura hayırlı işler”  “Sayın adayımız sizleri selamlıyor, hayırlı günler diliyor” samimiyetsizliklerine kanacakmış gibi gözükmüyor.

BELEDİYENİN GELİR VE GİDERLERİNİ BİLMEK SEÇMENİN HAKKI OLMALI

Adayların vaadleri duymak istediğimiz gibi yönetimde olan mevcut belediyelerden de geçmiş beş yılda nerelere ne harcamış, ne kadar  gelir elde etmiş, onu da görmek istemeliyiz seçmenler olarak. Mesela bu ay gönderecekleri  su faturalarının arka sayfasına en azında son yılın bütçelerini döksünler. Elli üyeli derneğe üye oluyorsun, ne harcamış, ne girmiş, ne çıkmış görmek istiyorsun. Yüz binlerce kişinin yaşadığı şehirde belediyenin nerelere ne harcadığını bilmek  her vatandaşın hakkı olmalı.

EŞİT ŞARTLARDA YARIŞ

Seçim kanunu değişirse günün birinde, seçimlere her adayın eşit şartlarda girmesi sağlanmalı. Yönetimdeki mevcut belediye başkanı adaylığı açıklandığının ertesi günü istifa etmeli. Kendisini belediyenin imkânlarıyla seçim propagandası yaparken görmemeliyiz. Kendi aracını kullanmalı, araçları ve binaları kendi cebinden giydirmeli, broşürlerini cebinden bastırmalı, bazı belediye hizmetlerini son iki aya sıkıştırmamalı, belediye imkânlarını kullanarak seçmen tribününe oynamamalı. Adaylar eşit şartlarda seçime girerse hem seçmen kazanır hem de yeşili korumuş oluruz. Nasıl mı? Adaylar seçim afişlerini görmemize ağaçların engel olmayacağı yerlere asarlar, belki de kendi ceplerinden yapacakları harcamalarda tasarrufa giderek daha az afiş ve broşür kullanmış olurlar. Yeşil kazanır, doğa kazanır.   

TAHTA SANDALYE

Belediye başkanlarına tavsiyem seçim broşürlerinde  kendi resimlerinin yanında  köy kahvelerinde hala kullanılan ve oturma yerinde çivi uçları görünen, bir ayağı kısa, oturunca gıcır gıcır öten türden bir  tahta  sandalyenin resminin olması ve seçilirlerse koltuk yerine bu tahta sandalyeye oturacakları sözünü vermeleridir. Rahat deri koltuklarda değil resimdeki o tahta sandalyede oturarak belediyeyi yönetmeye talip olduklarını açıklamalarıdır. O sandalyede çok rahat edemeyeceklerinin bilincinde olduklarını, bir ayağı kısa sandalyeden her an düşebileceklerini bildiklerini, sandalyenin üzerinde görünen çivilere dikkat ederek pantolunun kumaşını çiviye kaptırırlarsa gerisinin çorap söküğü misali geleceğini,  bu yüzden tahta sandalyeli makamlarında sağlam oturmaya dikkat edeceklerinin sözlerini vermeleridir. Malum alışmadık yerde bazı şeylerin durmamasından daha kötüsü de, rahatça oturmaya alışılan koltuktan malum şeyin hiç kalkmak istememesidir. Halk zaten inandığı, güvendiği idarecisinin tahta sandalyesini, kendi elleriyle deri koltuklarla değiştirmesini de bilir. Deri koltukta oturtamasa bile tahta sandalyenin sallanan ayağının  altına küçük bir kâğıt sıkıştırarak başkanının sallanmasına izin vermez.

Peki, “Aydın’ da belediyecilik konusunda iyi şeyler de  yapılıyor” “Gelecek dönem daha da iyi olacak” “Biz gelirsek daha iyisini yapacağız” diyenler için  ise  Rahmetli Süleyman Demirel’in bir sözünü Aydın için tornistanlayarak cevap vereyim:  “Aydın’da belediyeciliğin halini bir kelimeyle anlat derseniz  “iyidir” derim. İki kelimeyle anlat derseniz “iyi değildir” derim.”

Ben en iyisi gidip biraz divan edebiyatından Enderunlu Vasıf’ın şiirlerinden okuyayım:

Ne beyân-ı hâle cür'et, ne figâna tâkatım var.
Ne recâ-yı vasla gayret, ne firâka kudretim var.

Yani Türkçesi de:

“Ne halimi arz etmeye cüret edebiliyorum ne de feryat etmeye takatım var.
Ne kavuşmaya gayret ediyorum, ne de ayrılığa gücüm var”
gibisinden bir şeydi galiba.

HEPİMİZ GERÇEKTEN AYNI GEMİDE MİYİZ?

1997 yılı yapımı “Titanik” isimli filmi hatırlarsınız.

Filmde 1912 yılında çıktığı ilk seferinde bir buzdağına çarparak batan Titanik adlı gemide geçen bir aşk hikâyesi anlatılıyordu.

Gemiye, üçüncü sınıf biletle tesadüf eseri  binmiş fakir oğlan Jack  (Leonardo Di Caprio) ile birinci sınıf yolcu olan soylu bir ailenin zengin kızı Rose’un (Kate Winslet) tanışmaları, geminin batmasına kadar giden süreçte yaşadıkları güzel anlar  geminin  batmaya başlaması ile birlikte dramatik bir şekle bürünmüştü. Normalde bir araya gelmesi pek mümkün görülmeyen aristokrat bir aile kızı ile alt tabakadan  bir erkek, ölüm kalım mücadelesini birlikte vermişlerdi.

Jack ve Rose aynı gemideydiler, aynı yerden yola çıkmışlardı ve aynı yere  gidiyorlardı  ancak aynı şartlarda yolculuk etmiyorlardı.  Rose, gemide bol yıldızı bir otel lüksüne sahipken, Jack geminin en alt katında sefil bir yolculuk yapıyordu.

Neyse biz gelelim bizim gemiye.

Geçtiğimiz aylarda, ekonomide kötü gelen verilere döviz kurlarındaki hızlı artış da eklenince, özel sektör ciddi bir borç kriziyle karşı karşıya kalmış, büyük sermaye grupları bankalara olan kredi borçlarını yapılandırma yolunu seçerken, iflasın eşiğine gelen pek çok şirket konkordato başvurusunda bulunmaya başlamıştı. Ekonomideki bu duruma ilişkin değerlendirmelerde bulunan Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ise “Hepimiz aynı gemideyiz” diyerek, “Bu gemi yürüdüğünde hep birlikte kazandığımız gibi, delinip su aldığında da hepimiz aynı akıbete duçar olacağız” açıklaması yapmış bunun üzerine sosyal medyada  "Aynı Gemide Değiliz" etiketiyle kampanya başlatılmıştı.

Kampanyaya katılan yurttaşlar, "Bu krizin yükünü, krizi kim yaratmışsa o ödemelidir" dedi ve fedakârlığı halktan isteyerek ekonomideki kötü gidişatın faturasını yoksullara kesmek isteyen iktidara tepki gösterdi. Ankara’daki Türkiye Eczacılık Kongresi’nde konuşan CHP lideri Kılıçdaroğlu ise; “Ekonomik krize karşı milli bir duruş sergilenecekse herkes gelirine göre bedel ödemelidir. Çok kazanan çok, az kazan az bedel ödeyecek. Ancak bu şekilde gerçek anlamda bir milli duruş sergilenebilir” dedi.

İki liderin de haklı olduğu taraflar yok değil. Herkes “Türkiye” adlı gemide fakat  bu gemide Titanik örneğinde olduğu gibi eşit şartlarda yolculuk edilmiyor. Çünkü ciddi anlamda bir gelir adaletsizliği söz konusu ve Türkiye'de en zengin yüzde 1 ile en yoksul yüzde 50 arasındaki gelir payı makası özellikle 2007 yılından sonra gitgide açılıyor.

Türkiye gelir adaletsizliği bakımından Avrupa'nın en kötü ülkesi. Her 100 Kişiden 15'i yoksulluk sınırı altında yaşıyor, halkın yüzde 49,7'si ise ciddi ekonomik sıkıntıyla karşı karşıya.

Dünya iktisat çevrelerinde "21. Yüzyılda Kapital" başlıklı kitabıyla ses getiren Fransız iktisatçı Thomas Piketty ve arkadaşlarının hazırladığı veri bankasına göre Türkiye'de özellikle son üç yılda gelir adaletsizliği giderek artıyor. 

Gelir dağılımını incelemek için geliştirilen çeşitli yaklaşımlar var. Bu yaklaşımlardan biri, toplumdaki en yüksek gelire ve en düşük gelire sahip grupların toplam gelirden aldıkları payların  karşılaştırmasıdır.  “TÜİK 2015 yılı Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması” sonuçlarına dayanılarak yapılan hesaplamalara göre, Türkiye’de en zengin yüzde 20’lik kesimin gelirden aldığı payın, en yoksul yüzde 20’nin aldığı paydan 7,6 kat daha fazla olduğu belirtiliyor. Yani en yüksek gelir grubunun toplam gelirden aldığı pay yüzde 46  iken, en yoksul kesimin toplam gelirden aldığı pay sadece yüzde 6,1. Bu durum açıkça, toplumu oluşturan fertler arasında derin bir uçurum olduğunu göstermektedir. Yine Türkiye İstatistik Kurumu, “2017 Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması” sonuçlarına göre Türkiye’de en yüksek ortalama yıllık eşdeğer hane halkı kullanılabilir fert geliri 30.895 TL ile İstanbul birinci olurken, 9 bin 872 lirayla Mardin, Batman, Şırnak, Siirt en düşük il olmuştu. Gelir eşitsizliğinin en yüksek olduğu il İstanbul olurken, en düşük olduğu iller ise Erzurum, Erzincan ve Bayburt oldu.

Bununla birlikte, OECD ülkeleri arasında gelir dağılımı adaletsizliğinde 3’üncü sırada yer alan Türkiye maalesef küresel ekonomik krizden ciddi şekilde etkilenmiş olan İtalya, İspanya, Yunanistan ve Portekiz gibi Avrupa ülkelerinden daha yüksek bir gelir dağılımı eşitsizliğine sahip.

Bir vergi uzmanı değilim ancak vergi yükünün ücretlinin  sırtında olduğu, lüks harcamaların vergisinin düşük, zorunlu harcamaların vergisinin yüksek olduğu mevcut ekonomik sistemde gelir makasının açılmaması ihtimali yok.

“Geminin su almasına, buz dağına çarpmasına sebep ben değilim, bunun suçlusu gemiyi idare eden kaptandır” “Kim batırdıysa o çıkarsın arkadaş” diyerek sorumluluktan kaçmanın ne yazık ki kimseye bir faydası bulunmamaktadır. Aynı gemide olmanın,  yolcular arasında ve geminin kendisiyle bir kader ortaklığı  durumu yarattığını unutmamak gerek. Bir de aynı gemide olmaktan öte asıl kader birliği ve eşitlik  ise işler kötü gidip, gemi su almaya  başlayınca herkese yetecek kadar filika ve can yeleği olup olmamasıdır. Bunun da önlemini alacak olan kaptandır, idarecilerdir. 

Titanik filminin sonunu hatırlamayanlara tekrar hatırlatmak isterim. Gemi su almaya başlayınca, herkes aynı gemide olmasına rağmen zenginler önce filikalara bindirilmiş, kazan dairesinde, geminin alt katlarında yolculuk edenler ise ilk boğulanlar olmuştu. Alt tabakadan, yani vergi yükü sırtında olan ve düşük gelirli fakir oğlan Jack ise, asil, soylu,  hane halkı geliri yüksek tabaka üyesi Rose’u kendi canını feda ederek ölümden kurtarmıştı.     

Siz yazının son cümlelerini okurken ben en iyisi  Yip Harburg’un “We’re in the Same Boat” (Aynı Gemideyiz) adlı şarkısını dinleyeyim: 

“Hepimiz aynı gemideyiz, kardeşim,
Hepimiz aynı gemideyiz kardeşim,
Ve eğer bir tarafından sallarsan,
Diğer tarafın temellerini yıkarsın
Bu aynı gemi, kardeşim.”

TRUVA SONATININ ARDINDAN

Geçtiğimiz hafta, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan eşi Emine Erdoğan ile birlikte, dünyaca ünlü piyanist Fazıl Say'ın davetiyle "Truva Sonatı" konserine  katıldı. Say, konser öncesi yaptığı konuşmada, biletlerin aylar öncesinde tükendiğini söyleyerek hayatının en istisnai gecelerinden birini yaşadığını ifade etti. Cumhurbaşkanı Erdoğan, konser bitiminde  ünlü sanatçı Fazıl Say'ı ayakta alkışladı ve bir sürpriz yaparak Say'ı  konser için Külliye'ye davet etti.

Tabi ki sosyal medya ve yazılı basın boş durmadı. Yine bundan birkaç hafta öncesinde de  Cumhurbaşkanına, “Bir Mozart, bir Beethoven dinlesin, belki iyi gelir” tavsiyesinde bulunulmuş, bazıları da “Tabi ya, klasik müzik dinlesin, gerginliğini alır” gibisinden bu öneriye katılmışlar,  Fazıl Say’ın daveti  üzerine konser öncesi ve sonrasında ise gerek Fazıl Say’a gerekse Cumhurbaşkanına sanki o tavsiyede bulunanlar onlar değilmişçesine bu kez de neden böyle bir konsere katıldığına dair eleştiriler, kınamalar, alaya almalar başlamıştı.   

Sosyal medyada takip ettiğim bazı kişilerden de, “Allahım! Gözlerim yaşarıyor. Doğru mu görüyorum? Recep Tayyip Erdoğan Fazıl Say konserinde!”gibi yorumlar öne çıktı. Bunları yazanların hayatlarında kaç tane piyano dinletisine, kaç opera  veya baleye gittiklerini bilmiyorum, herhangi bir müzik aleti çalmayı bilip bilmediklerini de.  Hatta bazıları Fazıl Say ismini belki de ilk defa duydular. Daha önce duyanlardan bazıları  ise belki de piyano çaldığını bile bilmiyorlardı.

Resim, müzik, heykel gibi sanat kolları belli bir kesimin egemenliğinde değil tabi ki. Herkes  opera, bale, piyano, keman sevmek zorunda da değil. Sanatın her türlüsü güzeldir, saygındır,  fakat insanların tercihleri de muhakkak ki kendilerine göredir. Kemanı, piyanoyu, gitarı, çelloyu, klasik müziği sevenlere medeni, aydın, entel denmesi ile  sazı, bağlamayı, kavalı, türküyü sevenlere cahil, varoş,  denilmesinin hiçbir mantıklı açıklaması  yoktur.  

İlkokul 1. sınıftan itibaren çocuklarımız müzik dersi görüyorlar. Sekiz yıl ilköğretimde, eğer seçmeli dersi müzik seçmişlerse dört yıl da orta öğretimde olmak üzere toplamda on iki yıl müzik eğitimi alıyorlar. İstisnalar haricinde flüt dışında müzik aleti çalanı görmedim. Belki biraz mandolin ya da melodika. Nota bilgisi desen zaten yok. Öğrencilerde müzik yeteneği varsa, istekli ise ancak okul dışında kurslara katılarak  bir müzik aleti çalmayı öğrenebiliyorlar. Yetenek yoksa kaç yıl müzik dersi görülse de o müzik kulağı gelişmiyor. Özel okullara gidenler bu konuda biraz daha şanslı. Okul hayatımdan aklımda kalan sınıfça hep bir ağızdan söylediğimiz “Illlgaaaaz Anadolunuuuun sen yüce bir dağısııınnnn” ezgileri. Kimin sesi güzel, kim hangi müzik aletine yatkın bunun tespit edilmesi okullardaki  mevcut  müzik eğitim sitemi ile mümkün değil.  

Dediğim gibi müzik yetenek işi. Çalmak kadar dinlemek de ayrı bir zevk işi.  Yıllarca okullarda flüt sesine alışmış kulak, flütten başka bir çalgı hele piyano, obua, viyolonsel gibi çalgıların sesini duyduğunda, bir de bunları bir arada dinlediğinde bünyeye tabi ki ağır  geliyor.

MAO döneminde burjuvaziyi temsil ettiği için piyanoların kırıldığı Çin'de, son yıllarda klasik müzik patlaması yaşanıyor. Devlet, geçmişteki açığı kapatmak istercesine klasik müziğe yatırım yapıyor. Çin'de orta sınıf aileler yüksek meblağlar ödeyip, çocuklarının piyano dersi alması için mücadele ediyor. Ülkede yaklaşık 40 milyon çocuk ve genç piyano dersi alıyor. Çin'deki rakam, Türkiye ile kıyaslandığında, ülkemizde 2 milyon piyano öğrenen kişi olması gerekiyor.

Türkiye’de klasik müzik ve klasik enstrüman eğitimi elit sayılıyor. Nasıl sayılmasın ki. Özel müzik kursu ücretleri, müzik aleti fiyatları da  bunda en önemli etken. Eğitim sistemimizin birinci önceliği olmadığını bildiğim ancak zaman içinde gerçekleşmesini temenni ettiğim, belli başlı okullardan başlamak üzere klasik müzik aletleri, keman ve  akustik piyanolar özel sektörün de içinde bulunacağı projelerle okullarımıza kazandırılmalı. Bu eğitimi vermeye hazır, sayıları binlerle ifade edilen atanamamış müzik öğretmenlerimiz var.  

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) Opera, Balo, Orkestra, Koro ve Topluluklarına ait 2015 veri sonuçlarına göre, opera ve bale salonu sayısı önceki yıllara oranla yüzde 26,7 azalarak 11’e düşmüş. Opera ve bale salonu koltuk sayısı ise yüzde 37,8 azalarak 6 bin 398'e gerilemiş. Seyirci sayısı ise bir önceki  sezona göre yüzde 15,8 azalmış. Bu azalmada  hükümetin  kültür ve sanata ayırdığı bütçeyi kısıtlamasının da büyük payı var. Geçtiğimiz günlerde, Hükümetin Devlet Opera ve Balesi’ne ülkenin içinde bulunduğu ekonomik sıkıntı nedeniyle tasarruf tedbirleri kararı aldığı ortaya çıkmıştı. Bu tedbirlere göre Devlet Opera ve Balesinin sahneye yeni eser konulmaması ve turneye çıkılmaması kararı aldığı biliniyor.

Sayın Cumhurbaşkanımızın ‘hangi sebeple olursa olsun’ bir piyano dinletisine katılması, ülkenin yoğun gündemi arasında ‘Bulunduğu makam münasebetiyle her ne kadar  tam anlamıyla bir özel hayat faaliyeti sayılmasa da’  kendisi açısından  sıra dışı bir faaliyet olmuştur. Vücut dilinden anladığım kadarıyla konserden memnun ayrılmış görünüyor. Gerçekten bu tür dinletileri sevip sevmemesi müzik zevkiyle alakalı bir durumdur. Zulüm mü yaşadı yoksa keyif mi bilemeyiz. Bu yalnızca kendi iç dünyasını ilgilendirir. Dinlemiştir, bitmiştir. Gündemde yerini aldıktan birkaç hafta sonra da unutulup gidecektir.

Bu konserden asıl kazanım, Cumhurbaşkanının Fazıl Say’ı dinlemesi ile verdiği mesaj değil,  eğitim sistemimizin mevcut ihtiyaçları düşünüldüğünde muhakkak ki birinci önceliğimiz olmamakla birlikte, devletçe okullardaki müzik eğitiminin yeniden yapılandırılarak, zorunlu olarak değil, müziğe ilgisi olan çocuklarımıza  hem Türk müziğini, sazıyla bağlamasıyla,  hem batı müziğini piyanosuyla, gitarıyla çalmalarını öğrenmelerine yardımcı olmak, hem de içlerinden yeni Fazıl Say’ların Suna Kan’ların, İdil Biret’lerin, Leyla Gencer’lerin, Semiha Berksoy’ların, Hakan Aysev'lerin  yetişmesine öncülük etmek olacaktır.

Külliye yapılırken bir opera salonunun da tasarlanmış olması, devletin başının bu konuda çok da kapalı olmadığını, siyasi duruşu dâhilinde şimdi olmasa bile ileriki zamanlarda bizi müzik ve sanat açısından güzel günlerin beklediği konusunda umutlandırıyor.

Milletçe, yerli yersiz, olumlu olumsuz her şeyi  eleştirmek ve bunu sınırsız bir hak olarak görme hastalığımız, belki de çocuklarımıza verilecek müzik ve sanat eğitimleri ile bir sonraki kuşaklara aktarılmadan son bulur.   

HAYVAN-İNSAN SÖZLEŞMESİ

“Bu küçük gezegenin yüzeyinde  son sayıma göre yedi milyar insan yaşamaktadır. Çevremizde yarattığımız değişiklikler gezegenimizi hızla insanların yaşayamayacakları bir yer yapmaktadır. Kendi hünerlerimizin kurbanı olmaktayız. Seyrek rastlanan bir tür değiliz ama soyu tehlikede olan bir türüz. Dünyada her şeyin yolunda gittiğine inanılması mümkün olan yerler hala vardır. Örneğin Afrika’nın bazı bölgelerinde hava temizdir, vahşi hayvanlar serbestçe dolaşırlar, düzlükler göz alabildiğine uzanır. Ancak dış görünüş aldatıcı olabilir. İnsanlar bu vahşi yerlere öylesine dalmaktadırlar ki iki kuşak geçmeden buraları da tükenmiş olacaktır. Hepimizin kendi kendimize sorması gereken soru şudur: Bir yıkım kaçınılmaz mıdır? Pek fazla kural mı çiğnemiş bulunmaktayız? "

"Çevre korumacılar, giderek denizleri nasıl kirlettiğimiz, toprağı nasıl çoraklaştırdığımız ve atmosferin  yapısını nasıl bozduğumuz konularıyla ilgilenmektedirler; ancak insanların kendisine karşı işlediği bir suç daha vardır: Hayvan Sözleşmesi’ni bozmak. Bu, bizimle diğer hayvanlar arasında olan ve bizleri gezegenimizin kullanımında ortak yapan sözleşmedir."

Bu sözleşmenin temeli her türün kendi nüfus artışını sınırlayarak kendisiyle birlikte başka canlıların da yaşamasına izin vermesidir. Bu konuda bir rekabet varsa da, bu bazı insanların sandıkları kadar acımasız değildir. Kendisinden başka her şeyi yok edecek derecede amansız bir rekabete giren  boş bir zafer kazanmışlıktır. Artık hükmettiği yer çorak bir topraktan başka bir yer değildir ve çorak topraklar canlıların yaşamasına uygun değildirler; hatta egemen olanların bile."

"Diğer hayvanlar birbirleriyle olan sözleşmelerine saygı göstermeyi başarmışlardır ve bizim de onlardan öğreneceğimiz şeyler vardır. İyi beslenen aslanlar yalnızca güçlü ve hızlı oldukları için Afrika ovalarında alabildiklerince avlanıp zebra ve antilopları öldürecek olsalardı, bu kendilerinin de sonu demekti. Tüm canlılar birbirlerine bağımlıdırlar. Yırtıcı hayvanların ava, avlarının da bitkiye ihtiyaçları vardır. Aşırı nüfus açlık demektir, her tür kendi nüfusunun felaket düzeyine ulaşmasını önleyecek kendine özgü bir nüfus kontrolüne sahiptir.

 Ancak insan soyu olarak biz bunu yapamadık. Sonuçta gezegenimizi talan etmeye başladık ve bunu ilerlemeyle bir tuttuk. Uyumlu bir ilerleme için sayıdan çok niteliğe önem vermeliydik, sayımız artarken yaşam kalitesi de artmalıydı. Oysa biz bunun aksinin meydana geldiğini gördük. Burada politikacıların da bir yararı olamaz.

Bütün politikacılar “ daha çok hastane, daha çok okul, daha çok sanayi, daha çok konut”tan söz ederler, sanki toplumun tek gelişmesi “daha çok”taymış gibi. Daha iyi hastanelerde, daha iyi okul ve evlerde daha az insan bulunmasının yararlarını asla dile getirmezler."

"Hayvan Sözleşmesi’nin çiğnenmesinin iki önemli hasarı olmuştur. Bir kere bu gezegenin  canlılarının karmaşık biyolojik ağı bozulmuştur. Buna ek olarak, hayvan dostlarımızdan öylesine uzaklaşmışızdır ki, artık sorunlarımızın pek çoğuna biyolojik çözümler bulma gereksinimimiz olduğunun bilincinde değiliz artık. Kimyasal, matematiksel ve hatta politik çözümler değil, hayvansal çözümler. Bunu anlayabilmek için ise diğer türlerle mümkün olduğunca yakın bir ilişkiye girmeliyiz. Gezegeni onlarla paylaştığımız sözleşmenin maddeleri sömürüden çok saygıya dayanmalıdır. Hayvan Sözleşmesini çiğnemekten vazgeçmeli ve bütün öteki türleri ortadan kaldırmadan onlara egemen olma isteğimizi sınırlamalıyız.”

 Desmond Morris’in İnsan-Hayvan Sözleşmesi adlı kitabında bu satırların yayınlanmasının üzerinden yaklaşık 28 yıl geçmiş. Biz bu sözleşmeyi hala çiğnemeye devam ediyoruz ve telafisi ve geri dönüşü mümkün olmayan hatalar yaparak doğa kurallarını kendimize göre yeniden yazmaya başladık bile. Yaşadığımız dünyanın Yüce Allah tarafından sadece insanlar için yaratılmadığını düşünerek hayatı paylaşmak zorunda olduğumuz dostlarımızın yaşam haklarına biraz daha saygı göstermek hepimizin görevi olmalı.

CİĞERİMİZ YANIYOR

 Mesela evlatlarını kaybedenler "Ciğerim yanıyor" der. Hiç düşündün mü neden "ciğerim" derler?" Bedenin bir hafızas...