25 Kasım 2019 Pazartesi

ANDIMIZ VE AYDIN MİLLETVEKİLİ REŞİT GALİP


Çankaya sırtlarında oturan Ankaralılar, şehre Reşit Galip Caddesi'nden geçerek inerler. Pek azı bu ismin kim olduğunu bilir. Bu bilinmezlik belki Dr. Reşit Galip'in 41 yaşında, erkenden göçüp gitmesinden, belki de İnönü'yle yıldızının hiç barışmamasından kaynaklanmıştır...
Reşit Galip ya da Mustafa Reşit Baydur, 1893’te Rodos'ta doğmuş, Rodos ve İzmir İdadisini bitirdikten sonra 1911 yılında Askeri Tıbbiyeye girmişti. Öğrenciliği devam ederken gönüllü olarak gittiği Balkan Savaşı'nda yaralanmış, ardından  1. Dünya Savaşı'nda Çatalca ve Kafkasya Cephelerinde savaşmış, savaş sonunda İstanbul'da Köycüler adlı cemiyetin kurucularından biri olmuştu.

Mondros ateşkesinden sonra işgallere karşı İstanbul mitinglerine katılan Reşit Galip, Damat Ferit hükümetine karşı kaleme aldığı bildiriyi polis müdürlüğünün kapısına yapıştıracak kadar da gözü karaydı. 

1920 Haziranında başlayan Yunan taarruzu ile Kütahya yöresinde işgal tehlikesi belirmesi üzerine köycülerin dağılmasından sonra, Hilaliahmer (Kızılay) Beşinci İmdadi Sıhhi Heyeti Başhekimliğini üzerine alan Reşit Galip, bir yıldan fazla süre Burdur, Antalya, Aydın ve Denizli’de dokuz dispanser ve iki hastane ile Antalya laboratuvarını başarı ile idare etmiş, 10 Şubat 1921’de Kuşadası, Söke veba mücadelesi hakkında gönderdiği rapordan dolayı teşekkürname ile ödüllendirilmiştir.11 Eylül 1921’de Sağlık Bakanlığı Sağlığı Koruma (Hıfzıssıhha) Müdür Yardımcılığına atanmış. Ankara’da sağlığı bozulduğundan, havası daha yumuşak bir yere gönderilmesini istemiş, 5 Aralık 1921’de Mersin Hükümet Doktorluğuna gönderilmiştir.

Reşit Galip’in hayatındaki dönüm noktası ve Türk siyasetinde yer etmeye başlaması ise Mustafa Kemal’in Mersin ziyareti esnasında oldu. 17 Mart 1923’te Mustafa Kemal Mersin’e geldiğinde Millet Bahçesinde * düzenlenen toplantıda Reşit Galip’in şu ifadeleri Atatürk’ün gözüne girmesine ve takdirini kazanmasına sebep olacaktır.


(Küçük bir not: Millet bahçeleri bugün yeni bir kavram gibi görünüyor ama bizim hayatımıza yeni girmiş bir kavram değil. Osmanlı modernleşmesi ile ortaya çıkan bir kentsel mekân millet bahçeleri. Kamuya açık ‘park’ kavramı İstanbul’a 1860’lı yıllarda girmiş. 1864’te Taksim Pangaltı yolu inşaat halindeyken, Taksim’deki Hıristiyan mezarlıklarının Şişli’ye taşınmasıyla boşalan alana bir bahçe yapılması düşünülmüş. Osmanlı başkentinde türünün ilk örneği olan ‘Taksim Bahçesi’nin yapımı beş yıl sürmüş ve 1869’da tamamlanmıştır. Aynı dönemden bir diğer park da Tepebaşı Parkı’dır. Bu uygulamaları, 1870’te Kısıklı’da yapılan ve hâlâ adı ‘Millet Bahçesi’ olan park takip etmiş. Osmanlı ile başlayan kavram, Cumhuriyet döneminde de devam etmiş. Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde Çankaya Millet Bahçesi yapılmış ve bu bahçeler korunarak bugüne kadar gelmiştir.)

"Sizin karşınızda, zaferlerinizden bahsetmeye lüzum var mı? Grönland'daki Eskimolardan, Afrika'nın yanık ve kızgın çöl!eri ortasında sam yellerinden haber uman zencilere kadar herkes öğrendi.. " "Sen bu milletin yalnız müncisi, yalnız bir halaskarı (kurtarıcısı) ve yalnız bir kahramanı değilsin, sen bunlardan daha çok büyüksün; sen bu milletin bir ferdisin. Senin en birinci büyüklüğün bu milletin bir ferdi olmakla iktifa ve iftihar etmekliğindir".

Bu konuşmasıyla Mustafa Kemal’in dikkatini çeken Reşit Galip yaklaşık iki yıl sonra Aydın milletvekilliği görevine getirildi ve TBMM’de görev aldı. Dr. Reşit Galip’in fikir dünyamızda en çok iz bırakan hizmetinin, Bakanlığı döneminde 1933 yılında gerçekleştirdiği Üniversite Reformu olduğunu biliyoruz.

1930 yılında Türk Tarihi Heyetine seçilen Galip yine o tarihlerde kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkasına Atatürk’ün isteğiyle katıldı. Atatürk’ün yurtiçi gezilerine katılan Galip, Türk ocaklarının kapatılıp yerine kurulan Halk Evlerinin oluşumunda da  görev aldı. Türkçe’nin sadeleştirilmesi gerektiği, öz haline dönmesi gerektiğini savunan Galip’in hayatında Dolmabahçe’de Atatürk’ün sofrasında yaşadığı tartışma bir dönüm noktası oldu.

Atatürk’e kafa tutan adam: “Burası sizin değil, milletin sofrasıdır.”

1931’in sonbaharıydı. O geceki tartışma, Milli Eğitim Bakanı Esat Mehmet'in bir yakınmasıyla başladı. Esat Mehmet, Atatürk'ün Harbiye'den 'tabya öğretmeni'ydi. Kazım Özalp'in 'Atatürk'ten Anılar' kitabında (T. İş Bankası Y., 1992, s. 48-49) yazdığına göre konu, kız öğrencilerin kıyafetinden açıldı. Esat Mehmet, 'kızların kısa etek, kısa çorap ve kısa kollu gömlek giymelerini uygun görmediğini' belirtti. Bir tamim yayınlayıp daha kapalı giyinmelerini isteyeceğini söyledi. 
Bunun üzerine Reşit Galip söz aldı: 
-Yanlış düşünüyorsunuz beyefendi, bu bir geriliktir. Kadınlar eski durumda yaşayamazlar. Devrimlerden en önemlisi kadınlara verilen haklardır. Başka türlü, Batılılaşmakta olduğumuzu iddia edemeyiz…
Sofra gerildi. Gazi, vekilini zor durumda bırakan bu çıkıştan hoşlanmadı. 
-Bu konuyu uzatmayalım. Kısa çorap giyip giymemek çok önemli değildir, sonra tartışırız, dedi. Ama Reşit Galip alttan almadı:
 -Af buyurunuz Paşam! Bu, inkılap ve zihniyet meselesidir!. Müsaade buyurursanız fikrimizi söyleyelim. Hatta daha ileri giderek diyeceğim ki, sizin huzurunuzda bu sofrada inkılapları zedeleyeceği icraattan bahsedilmesi küstahlıktır, hoş görülemez… 
Reşit Galip: -Bu kokuşmuş kafayla devlet yürümez' diye kestirip attı. 
Atatürk'ün kaşları çatıldı:
-Sözlerinizde müsamahalı, ölçülü olunuz, diye çıkıştı. Herkes yaklaşan fırtınayı hissetmişti. Ama Reşit Galip bulutların üstüne gitti. 57 yaşındaki Milli Eğitim Bakanı'nı işaret ederek dedi ki:
-Devrimci, devrimcidir! İnsanlar bir yaştan sonra ister istemez tutucu olurlar. Meclis'te bunca genç, idealist, bakanlık yapacak yetenekte insan varken, böyle yaşlı kimseleri Milli Eğitim Bakanı yapmak hatadır…
Atatürk yeniden uyarma gereği duydu:
-Esat Bey yeteneklidir. Davamıza inanmıştır ve benim hocamdır. Beni okutmuş olması sence bir değer taşımıyor mu? 
-Kusura bakma Paşam, taşımıyor! Okuttuklarının içinde sizin gibi bir devrimci çıkmış, ama kim bilir nice tutucu da çıkmıştır. Sizi de eleştiririm!
Bunun üzerine Gazi'nin sabrı taştı:
-Bu sofrada hocama ve bir Milli Eğitim Bakanı'na hakaret etmenize müsaade edemem, diye haşladı. 
Ama Reşit Galip sineceği yerde hepten üste çıktı:
-Devrimleri korumak için sizden müsaade istemiyorum. Hatayı yapan siz de olsanız, sizi de eleştiririm.
İlk kez Atatürk'ün sofrasında, Atatürk bu kadar sert eleştiriliyordu. 
Atatürk bu kez kızmadı: 
-Yoruldunuz, buyurun biraz istirahat edin, diyerek kibarca Reşit Galip'i sofradan kovdu. Ama genç devrimcinin yılmaya niyeti yoktu. Yıllar yılı bir efsane gibi anlatılacak çıkışını o an yaptı:
-Burası sizin değil, milletin sofrasıdır. Milletin işlerini görüşüyoruz. Burada oturmak sizin kadar, benim de hakkımdır. 
Atatürk kendi fikirleriyle kendisini vuran bu genç adama baktı, sonra yanındakilere dönüp:
-Öyleyse biz kalkalım, dedi.
Sofradaki bütün heyet ayaklandı. Reşit Galip'i sofrada yapayalnız bırakıp çıktılar. Diğer konuklar da kalkınca tek başına kalan Reşit Galip, o gece bir koltukta sabahlamıştı. Ankara'ya dönebilmek için de Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Tevfik Bıyıklıoğlu'ndan '25' lira borç almak zorunda kalmıştı.’
Çankaya sofrasında bulunanlardan Vasfi Zorlu, Reşit Galip'in Atatürk tarafından sevilen bir genç olduğunu belirtirken onu "evin şımarık çocuğu" olarak nitelemekte ve "herşeyi söyler, hoş görürdü Atatürk onu" diye eklemektedir.
Nitekim onun yalnız başına kaldıktan sonraki durumunu öğrenen Atatürk, "Cebinde beş parası yok ama karakterinden hiç taviz vermiyor" diyerek dolaylı da olsa davranışını taktir etmişti. Çok geçmeden de olsa Esat Bey Milli Eğitim Bakanlığından istifa etmiş ve yerine Reşit Galip getirilmişti (19 Eylül 1932).

Gelelim Andımıza

Reşit Galip, Maarif Bakanlığı sırasında öğrencilere Atatürk ilkelerine bağlılık ruhu aşılamaya çalışmıştı. Cumhuriyet 10. yılını doldururken 23 Nisan 1933 sabahı çocuklarına kendi yazdığı bir andı okutmuş ve o gün Çocuk Haftası’nı açış konuşmasında  da bu metni tekrarlayarak şunları söylemişti:
“Güzel yüzlü, güzel özlü Türk yavruları!. ..Size bugün şu işi veriyorum. Bayram biter bitmez, mekteplerinize döndüğünüzde ilk günden başlayarak birinci derse girdiğiniz zaman sınıflarınızda hep birden ve her gün şu sözleri tekrarlayacaksınız:

Türküm, doğruyum, çalışkanım. 
Yasam: Küçükleri korumak,
büyüklerimi saymak, yurdumu, budunumu özümden çok sevmektir.
Ülküm: Yükselmek, ileri gitmektir. Varlığım Türk varlığına armağan olsun!"

Andın ilk hali bu şekildeydi.  
Bu konuşmanın ardından Bakanlıkça yayımlanan bir genelge ile okullarda bu ant sürekli hep bir ağızdan okutulmuştur.

Andımız, 1972 yılında değiştirildi. And’da  yer alan “budunumu” kelimesi “milletimi” olarak değiştirilirken “Türküm, doğruyum, çalışkanım” diye başlayan cümle ile sonra yer alan “Ne mutlu Türküm diyene” cümlesi eklendi:

Değişimden sonraki Andımız: (1972)

Türküm, doğruyum, çalışkanım.
Yasam; küçüklerimi korumak,
büyüklerimi saymak,
yurdumu, milletimi, canımdan çok sevmektir.
Varlığım, Türk varlığına armağan olsun.
Ey bu günümüzü sağlayan, Ulu Atatürk; açtığın yolda, kurduğun ülküde, gösterdiğin amaçta hiç durmadan yürüyeceğime ant içerim.
Ne mutlu Türküm diyene!

Andımız, 1997 yılında ikinci defa değiştirildi. 

Türküm, doğruyum, çalışkanım.
İlkem; küçüklerimi korumak,
büyüklerimi saymak,
yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir.
Ülküm; yükselmek, ileri gitmektir.
Ey büyük Atatürk!
Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe, hiç durmadan yürüyeceğime and içerim.
Varlığım, Türk varlığına armağan olsun.
Ne mutlu Türküm diyene!

Prof. Dr. Mustafa Kaymakçı “Andımız’ın işlevi neydi?” başlıklı bir yazısında: 

“Andımızın işlevi, etnik kimliği  ne olursa olsun, Türkiye sınırları içinde yaşamakta olan insanları Millet bütünlüğü içinde bir ideale yönlendirmesiydi. Bu bağlamda Ant, ilkokul öğrencilerinin Vatan, Cumhuriyet, Türk Milleti, Saygı ve Sevgi Kavramlarını içselleştirebilmelerinin simgesiydi.
Bilenleriz vardır. Her devletin “Andımız”a benzer metinleri söz konusudur. Örneğin günümüzde Amerika Birleşik Devletlerindeki okullarda sabahları çocukların ‘ABD’nin bayrağına ve o bayrağın simgelediği cumhuriyete bağlı kalacağıma, herkese özgürlük ve adaletle; tanrının gözetiminde, bölünmez, tek ulus için ant içerim…’ sözlerini duyarsınız.” demektir.

8 Ekim 2013 Tarihli ve 28789 Sayılı Resmî Gazetede, Milli Eğitim Bakanlığı İlköğretim Kurumları Yönetmeliği’nin 12’nci maddesi yürürlükten kaldırılmış, buna göre bu tarihten sonra okullarda andımızın okutulmayacağı ve demokratikleşme paketi kapsamında  tamamen kaldırıldığı aynı gün dönemin Başbakanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan tarafından açıklanmıştır.

Andımızın, demokratikleşme sürecinde kaldırılmasını ya da Danıştay 8. Dairesi'nin, ilköğretim okullarında uygulanan "Öğrenci Andı" nı kaldıran yönetmelik hükmünü iptal etmesini tartışmaya açacak değilim. Öğrencilik yıllarımda aynı sınıfta yan yana oturduğumuz  ve her sabah “Türküm, doğruyum..” ile başlayan andımızı kendini Türk hisseden ya da hissetmeyen arkadaşlarımızla birlikte  okuduğumuza,  “Türküm” kelimesini sorgulamadıkları ve gocunmadıklarına, şahit olduğum gibi, Didim’ de görev yaptığım yıllarda, Didim’de yerleşik yüzlerce İngiliz ailenin Türk öğrencilerle birlikte ilköğretim okullarında öğrenim gören çocuklarının, Türk arkadaşları ile birlikte her gün “Türküm, doğruyum..” diye bağıra bağıra andımızı söylediklerine de şahit oldum. 

Her gün, öğrencilerimizin andımızda ifade edilen sıfatları “papağan gibi” tekrarlamaları mı, yoksa gerçekten milleti, ırkı, etnik yapısı, mezhebi ne olursa olsun; hayatları boyunca doğruluktan ayrılmamaları, çalışkan olmaları, küçüklerini severek büyüklerini saymaları, ideallerinin daima ilerlemek, yüz yıl önce Büyük Önder Atatürk’ün başlattığı hamlelerin de ötesine geçmek, gerektiğinde canını, varlığını hakikaten bu kutsal vatan için feda edebilecek, sorumluluktan kaçmayacak bilince ulaşmalarını sağlayacak eğitim düzeyi ile doldurmaya çalışmak mı andımız, yeminimiz olmalıdır? Bunu tartışmak isterim ben.   

Netice itibari ile büyük günahlardan olan insan öldürmeyi Allaha hizmet sayan ve “sözde Müslüman” teröristler de günde beş vakit “Allahu ekber” diye ibadet ettiklerini sanıyorlarken yine aynı cümleyi kullanarak “Allah büyüktür” diyerek insan öldürmeye devam edebiliyorlar. Bazı düsturları her gün defalarca tekrar etmek onu yaşam felsefesi haline getirmeye yetmiyor.   

Türkçe ibadet meselesi

İbadet demişken dönelim yine Aydın Milletvekilimiz Sayın Reşit Galip’e. Reşit Galip  ibadet dilinin Türkçeleştirilmesinde de önemli rol oynamıştı. O, 1931 yılının Ramazan ayında Dolmabahçe Sarayında ibadet dilinin Türkçeleştirilmesi çalışmalarında Mustafa Kemal’in yanında olan ve onunla beraber son düzenlemeler yapan kişiydi. 
29 Ocak 1932 tarihinde Sultanahmet Camii'nde Türkçe Kuran okunması kararlaştırıldığında  İstanbul'un meşhur hafızları Dolmabahçe Sarayına davet edildi. 9 kişiden oluşan heyeti karşılayan Reşit Galipti. Galip hafızlara; "Camilerde Türkçe Kur’an okuyacaksınız.. İşte birer tane veriyoruz.. Evet bu tercüme belki iyi değildir, çünkü Arapça'dan Fransızcaya ondan da Türkçe'ye tercüme edilmiştir. Bununla beraber Ankara'da bir heyet tarafından Türkçe bir Kur’an hazırlanmaktadır, bundan sonra camilerde ve namazlarda onlar okunacaktır.’ diyecekti.

Türkçe ezanı savunmuyorum. Ezanın evrensel olduğuna inanıyorum. Günde beş vakit duyduğumuz Arapça ezanda yalnızca sabah namazında geçen bir cümle var ki o cümlenin Türkçe okunmasının çok güzel olabileceğini düşünüyorum.
“Esselatü hayrun minen nevm" cümlesi.
Namazla iç içe olanları, dini bilgisi ve ilgisi üst düzeyde olanları saymazsak, belki hiç dikkatinizi çekmedi. Duymadınız. Belki duydunuz ama anlamını fark etmediniz. Sabah ezanında diğer vakit ezanlarından farklı olarak söylenen bu cümle: 
"Namaz uykudan daha hayırlıdır" anlamındadır.
Sabah ezanının arasında sıcacık yatağımızda bu sesi duysak. Yalnızca bu kısım dahi olsa anlayabileceğimiz dilden okunsa, yattığımız yerden şöyle bir doğrulmaz mıyız? Ezan okunurken öylece kayıtsız kalmak yerine, sabah namazını kılmamanın rahatsızlığını yüreğimizde hissetmez miyiz? 
Türkçe ezandan yana değilim ama en azından sabah ezanında "Esselatü hayrun minen nevm" yerine "Namaz uykudan hayırlıdır" dese müezzin güzel olmaz mı? 

Son olarak: 
2. 3. ve 4. dönem Aydın milletvekilliği yapmış ve bir şekilde Türk siyasetinde ve eğitim hayatında bir iz bırakmış, seveni olduğu kadar sevmeyeni de olan  Reşit Galip için “Acaba Aydın ne yaptı?” diye soracak olursanız eğer, mevcutta Efeler İlçesi Ata Mahallesinde Büyükşehir Belediyesinin “Dr. Reşit Galip Çocuk Kültür Merkezi”, İncirliova’da Doktor Reşit Galip Ortaokulu ve Nazilli Karaçay Mahallesinde “Reşit Galip” Caddesi bulunmaktadır.

Kaynaklar: Dr. Reşit Galip'in Atatürk'e Yakınmaları- Şerafettin TURAN
https://www.dunyabulteni.net/olaylar/resit-galip-andimiz-ve-ibadet-dilinin-turkcelestirilmesi-h277087.html
http://www.internethaber.com/resit-galip-kimdir-andimiz-ne-zaman-kaldirildi-turkce-ezan-olayi-1913144h.htm
https://odatv.com/resit-galip-ataturke-neden-baskaldirmisti-1810131200.html
https://www.edebiyatvakti.com/yazi/dr-resit-galip-ve-andimiz-1370
http://www.egedesonsoz.com/yazar/andimiz-ve-resit-galip/12464/

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

CİĞERİMİZ YANIYOR

 Mesela evlatlarını kaybedenler "Ciğerim yanıyor" der. Hiç düşündün mü neden "ciğerim" derler?" Bedenin bir hafızas...