23 Kasım 2020 Pazartesi

RIFAT ILGAZ'DAN YENİ ÖĞRETMENLERE MESAJ

Rıfat Ilgaz. Hababam Sınıfı deyince onun adı gelir aklımıza hemen. İşte -eski bir öğretmen olan- O Rıfat Ilgaz'ın "Nerde Kalmıştık" adlı, Akbaba, Dolmuş, Markopaşa gibi gazetelerde yayınlanmış olan yazılarından derlenmiş 1984 yılı baskısı kitabını okudum. Kitaptaki yazıların birisi de "926' dan birin'e "  adını taşıyor. Yazının tarihi yok. (Muhtemelen 1960'lar olabilir) Ancak o tarihlerde Milli Eğitim Bakanlığı Parasız yatılı mezunu 926 öğretmen adayının atamasının ve görev yerlerinin belirlenmesi için kura çekiminin yapılacağı haberini vererek öğretmen adaylarına sesleniyor ve şöyle diyor Rıfat Ilgaz:

"Dinle kardeş, bu işe senden tam 35 yıl önce başlamış biri olarak konuşacağım. Yani sizlerden biri... Sen bu 926'dan biri olan genç arkadaşım. Kurasını çekip de gideceğin yerde seni neler bekliyor biliyor musun? Bunları eski bir öğretmen değil de, bu yılların yazarı olarak daha etraflı bilmekteyim.
Önce şunu belirteyim...Halkımız Cumhuriyetten önce de, Cumhuriyetten, hatta demokrasiden sonra da öğretmeni sevmiştir. Öğretmene kıyan, onu tedirgin eden  halk değildir. Öğretmene,Türkiye'nin neresine gidersek gidelim, hep kendini aydın sananlar kıyar, halkımız her yerde kendi işinde gücünde, geçiminde, ekmek parasının peşindedir. Ama kötü politikacılar, din kılığıyla siyaset yapmak isteyenler, bu kendi halinde yaşayan halkı rahat bırakmazlar. Onun sağlam yanını özünü bozmak için ellerinden geleni yaparlar. Gene de bu işi başaramazlar ama, bir süre için kendi çıkarlarına işletirler.

Genç arkadaşım, sen ilk günlerde hep bu aracılarla karşılaşacaksın işte. "Halkla temas" ediyorum sanacaksın ama, parmağının ucuyla bile değinmediğini çok geçmeden anlayacaksın. Halkımız öyle kolay kolay kendini açığa vurmaz  çünkü. 

Nereye verirlerse versinler, Milli Eğitim Bakanlığının politikaya dönük adamlarının denetiminde olan arkadaşım, yalnız ulusuna karşı borçlu olduğunu unutmayacaksın. Onların, boyuna yediğin kurufasulye pilavı başına kakmalarının sebebi hikmeti vardır. seni kendi hizmetlerinde çalıştırmak! Çoğu eyyamcı, kötü politikacıdır, seni denetleyenlerin. İyileri hiç yok mudur? olmaz olur mu? İlk işin bunları bulup çıkarmak olacak!
Sana ısmarlaman kahvenin, çayın altında neler yattığını düşünerek iç! Halkımız öğretmene karşı saygılıdır, unutma, eğer saygısızlık ediyorsa nedenlerini arayıp bulmak zorundasın. Bulacağın nedenler bir çok sosyoloğun, romancının, aydının, gazetecinin, politikacının, yöneticinin, hemen bulamadığı gerçeklerdir.

Öğrencilerini kusurludur diye sevmemezlik yapma! Kusurlu gibi görünen yanları belki en sağlam yanlarıdır. Bir de şuna dikkatini çekmek isterim. Yobazlarla karşılaşacaksın. Onların dilinden anlamaya çalışırsan hemen hepsinin batıya karşı olduğunu göreceksin! Biraz kurcalarsan bu gavur düşmanlığının sömürgeci düşmanlığı olduğunu anlayacak, şaşıracaksın! Kim olursa olsunlar, düpedüz sağcı değillerdir. Toplumcuların karşısında, emperyalizmin işbirlikçi sermayenin, tefecinin yanında hatta içindedirler. Çoğu zaman da bizzat kendileridirler, farkında olmadan!
Memlekette gözü bağlı dolaşma, uyanık ol, akıllı ol, yürekli ol! Bilgili ol demeyeceğim sana, öğretilenlerin bir çoğunun yanlış olduğunu bil yeter!
Bol şanslar dilemeyeceğim. Ha sen gitmişsin, gideceğin yere, ha sınıf arkadaşın. Başarılar dileyeceğim, işte o kadar."

diye bitirmiş yazısını. Belki bilerek tarih yok yazıda. Alın bugünkü gazetelerden birine koyun yayınlayın. Hiç bir değişiklik yok.  Yalnızca yobazlar konusunda iyi niyetli yaklaşmış. Şimdi o yobazların o kadar da iyi niyetlileri kalmadı çevremizde. Her biri yaptığını farkında olmadan değil bizzat bilerek yapıyorlar. 
Öğretmenlerimiz görev yaptığı yer neresi olursa olsun, memleketimizin her köşesinde, hak ettikleri güzel imkanlar bir ölçüde sağlanamamış olsa da mesleklerinin kutsallığının bilincinde davrandıklarını tahmin edebiliyoruz. 

Yüce Atatürk'ün de bundan yaklaşık 100 yıl önce eğitimle ilgili söyledikleri de günümüzde aynı anlamını korumaktadır. 
“Bir ulusun asker ordusu ne kadar güçlü olursa olsun, kazandığı zafer ne kadar yüce olursa olsun, bir ulus ilim ordusuna sahip değilse, savaş meydanlarında kazanılmış zaferlerin sonu olacaktır. Bu nedenle bir an önce büyük, mükemmel bir ilim ordusuna sahip olma zorunluluğu vardır."

"Eğitimdir ki bir milleti; ya hür, bağımsız, şanlı, yüksek bir topluluk halinde yaşatır; ya da esaret ve sefalete terk eder."

Benim de, değerli ve ilkeli öğretmenlerimizden küçük bir ricam var. Müfredata uyun ama asıl müfredatın hayatın kendisi olduğunu da unutmayın. Çocuklarımız şair adı ezberlesinler ama bu şairlerin şiirlerini de okusunlar. Flütle kahramanlık marşları da çalsınlar ama bunun yanında Bach'ın da, Vivaldi'nin de eserleri kulaklarına çalınsın. Dersin birinde açın bir klasik tiyatro eseri seyrettirin onlara. Ödev sorumluluğu hissetmeden Türk ve Dünya Klasiklerini okusunlar. Suç ve Ceza'yı da okusunlar, Araba Sevdasını da. Kitaplarda yazılan tarihi bir masalcı  gibi anlatın onlara, tarih ezberletmeden. Ünlü ressamların adlarını bilsinler, hayat hikayelerinden ziyade tablolarını gösterin. Sanatla tanışsınlar. Her dersiniz, aynı zamanda bir Hayat Bilgisi dersi olsun, hayatı öğretin onlara müfredatı değil.

Görevini isteyerek, severek yapan ve başımızın tacı olan saygıdeğer öğretmenlerimizin 24 Kasım Öğretmenler Günü kutlu olsun. Bu arada bir parantez açarak, şu salgın günlerinde daha da minnettar olduğumuz ve diğer öğretmenlerle bir tutulmadan, adeta bir bakıcı gibi görülerek esnek çalışmalarına izin verilmeyen, hakkı ödenmeyecek anaokulu ve kreş öğretmenlerimizin de gününü ayrıca kutluyorum. Minnetle ve saygıyla.

10 Kasım 2020 Salı

KAFAMDA KENTSEL DÖNÜŞÜMLER

Son günlerde gençler arasında popüler bir şarkının sözleri bunlar. Arabada kızım dinlerken duydum ben de. İkiye On Kala adlı bir grup söylüyormuş. Sözlerinden bazı bölümler ise şöyle:

"Sallanıyor bu dünya tutunmuş deli saçlarında.

Bi yol bulsam yeniden başlasam vücudunda.

Ben ben gibi değilim kayboldum rüzgarlarında.

Aklım dursun herkes sussun bi dakka..

Kafamda kentsel dönüşümler

İçimde bi yerde bi gülüşünden

Sana deliyim ama gizledim her

Gidişinden gidişinden..."      diye sürüp gidiyor şarkı. 

Bu günlerde sıkça duyduğumuz kentsel dönüşümün gündeme gelmesine sebep olan tabi ki bu şarkı değil. İzmir depremi. Büyüklüğü 6.6 mı, 6.9 mu, 7 mi değil mi yazımızın konusu değil. Önemli olan yıkıma sebep olan bir sarsıntı olması. 17 Ağustos Marmara depreminden sonra geçen 21 yıla rağmen hala bu konuda ne yapabiliriz, ne yapmalıyızı  konuşmak yerine "Önlemlerin neresindeyiz"i konuşuyor olmamız gerekmez miydi.

Devlet kurumları olarak suçlamamız gereken yerler elbette var ancak bizler bu ülkenin vatandaşları olarak küçük, büyük her deprem sonrasında, "Şehirde, kalabalıkta, yüksek binalarda yaşanmaz, toplanma yerlerimiz bile inşaatla, alışveriş merkeziyle, otoparkla doldu" deyip yine yüksek rezidanslardan, Falan Tower'lardan, Filan Life' lardan evler almadık mı? Devlet 8-10 katlı Toki binaları yapmadı mı?

Halbuki Sayın Cumhurbaşkanımız 2017 yılında Şehircilik Şurasında yaptığı konuşmada "ben dikey değil yatay mimariden yanayım. İnsan toprağa yakın yaşamalıdır...TOKİ binaları başta olmak üzere artık ülkemizde tarihimize, kültürümüze, bölgelerimizin hayat tarzına uygun binalar inşa etmek dönemi, gelmiştir." dememiş miydi?

Deprem sonrasında, oturduğumuz binaların sağlamlığını sorgulamaya başladık. Bazılarımız, "Evi daha yeni aldık, sıfır ev. Deprem Yönetmeliğine göre yapılmıştır. Bir şey olmaz" dedik. Doğrudur. Yönetmeliğe uygun yapılmıştır. İnanın 1999 Marmara depremini yaşayan biri olarak, İstanbul Avcılar'da hiçbir çatlağı, hasarıı olmadığı halde blok olarak çöken, yana yatan, ütün katlarıyla sağlam şekilde zemine çöken  binalar da gördüm. Binalarımız belki sağlam ama zeminin nasıl olduğunu bilmiyoruz.

Şehirlerimizin nüfusu arttıkça yeni yerleşim yeri ihtiyacı doğması ve bunun da yerleşime uygun olmayan zemine sahip alanların imara açılmasına sebep olduğu bir gerçek. Şehirlerimiz çok kontrolsüz büyüyor. Şehirlerin yazgısını sadece yönetenlerin ufku ve kalitesi değil, yönetilenlerin kültür ve eğitim düzeyi de belirliyor. Vatandaşlar olarak bizler şehirlerdeki bina talebini arttırdığımız sürece arz da kontrolsüz olarak artmaya devam edecektir. Bunun sonucunda da alelacele yapılmış, altına büyük bir mağaza ya da markete kiralık işyeri yapalım da, başka türlü bu arsa para kazandırmaz düşüncesinin mantıklı geldiği, ticari kaygılara teslim olmuş binalar ortaya çıkması normaldir.

Çare Köysel Dönüşüm

Şehirlerin yükünü ve talebi azaltmada bizlerin de üzerine düşen sorumlulukların olduğu muhakkak. Öncelikle dikey yapılardan, samimiyetten uzak rezidanslardan kendimizi kurtarmalı, imkanımız ölçüsünde, yatay yapılaşmaya yönelmeliyiz. Ben şahsen bunu düşünmeye başladım. Basit olsun, tek katlı olsun ama güvenli olsun. Romalı mimar Vitrivius, bundan 2000 yıl önce mimaride "dayanıklılık, kullanışlılık ve estetiği" şart koşmuş. 2020' de bu şartların hangilerine sahibiz?

Yüksek yapılardan uzak, en fazla iki katlı ama muhakkak küçücük de olsa toprağa basabileceğim bir bahçesi olan bir ev hayalim. İşi ve çocukları nedeniyle şehir merkezinde yaşamak zorunda olanlara tabi ki diyecek bir şey yok. Yaşadığımız şehir trafiğin çok olduğu, ulaşımın zor olduğu bir yer değil. "Ben köyde yapamam, ne o öyle hayvan kokusu, köpek sesi" diyebilirsiniz. Zaten köylerde sizin sandığınız gibi hayvancılık, tezek, saman kokusu falan kalmadı merak etmeyin. Köy bile kalmadı artık hepsi mahalle. Ayrıca köyde yaşamak da şart değil. Bir araya gelinerek yapılabilecek yatay yerleşim ağırlıklı sitelerde kendi modern köyümüzü oluşturarak imkanlar doğrultusunda kaliteli bir yaşam sürmek mümkün.

Şehirlerin de bir ruhu vardır diyor İbn-i Haldun. Biz şehirlerin ruhunu bozduk. Şehirlerimizin hepsi birbirine benziyor, aynı ruhsuzlukta, soğuklukta. Zaman geçtikçe de şehirlerde yaşayanlar olarak şehirlerin ruhsuzluğuyla özdeşleşmeye başladık.

Kötü mekanda iyi insan yetişmez.

En önemli modern mimarlarımızdan yazar Doğan HASOL bir sohbetinde: "Bir şehrin mimarisine bakarak, o şehirde yaşamış ve yaşamakta olan insanların niteliği hakkında karar verebiliyorsunuz. Mimari, insanların ekonomisini, psikolojisini, ilişkilerini, kısaca her şeyini yansıtır ve etkiler. Kaldırımlar genişse, evler bahçeli, az katlıysa, sokaklar iyi aydınlatılıyorsa.. orada toplumsal bütünlük, mutluluk vardır. Mimari insanları etkiler. Kötü mekanda iyi insan yetişmez. Medeniyet kentlerde gelişmiştir. Medeniyetlerin niteliği kentlerin niteliğine bağlıdır." diyor. 

Bu sözler ışığında genel olarak iyi mekanlarda yaşadığımız ve mutlu olduğumuz söylenemez.

Japonya' da gökdelen yapmak isteyenler, komşularına "nisshoken" yani "güneş hakkı" diye bir bedel vermek zorundaymış. Yani senin gökdelenin, insanların güneş almasını önleyecek belli saatlerde. Dolayısıyla daha çok yakıt harcayacaklar. Sen gökdelen yapmadan önce bu insanlara şu kadar tazminat ödemek zorundasın diyorlarmış. Aklıma İzmir Bayraklı' daki gökdelenler ve onların hemen arkasındaki gecekondular geldi. Nasıl bir mantık ve görüntü tezatlığı. Ülkemiz şartlarında komik bir yasa. Ama bir medeniyet göstergesi değil mi?

İzmir depremi yaşanalı neredeyse iki hafta oluyor. En önemli, gündemin en fazla bir hafta sürdüğü ülkemizde her gün değişen gündemin yanında yavaş yavaş depremde unutulmaya başlanacak. Deprem çantası hazırlayalım sözü kimimizde söz olarak kalacak, kimi de hazırladığı çantayı nereye koyduğunu unutacak. Deprem sigortası, güçlendirme, kentsel dönüşüm, zemin etüdü falan gibi kelimeler birkaç haftaya hiç  kullanılmayacak. Hannah Arent'in bir sözü var: "Eğer her gün çok büyük bir olay oluyorsa ve bu  olay dünkü olayı unutturuyorsa o zaman toplumun varlığı mümkün değil." Varlığımızı sağlam tutmak için gündemi en azından kafamızda taze tutmalıyız. Devletten önce kendi önlemimiz kendimiz almalıyız. 

Çünkü sallanıyor bu dünya tutunmuş deli saçlarında. Kafamda kentsel dönüşümler...

Yazımı, adının önüne şair ünvanını da eklemekten onur duyduğum  ve bu ay ölüm yıldönümünü andığımız eski başbakanlarımızdan Bülent Ecevitin  şiirinden  bir alıntı ile sonlandıralım.

"Yaşlar dökülesi

Gözlerinden Türkiye

Çorak topraklarına senin

Açılmamış gözlerine gözlerim verilesi"

CİĞERİMİZ YANIYOR

 Mesela evlatlarını kaybedenler "Ciğerim yanıyor" der. Hiç düşündün mü neden "ciğerim" derler?" Bedenin bir hafızas...