Son günlerde gençler arasında popüler bir şarkının sözleri bunlar. Arabada kızım dinlerken duydum ben de. İkiye On Kala adlı bir grup söylüyormuş. Sözlerinden bazı bölümler ise şöyle:
"Sallanıyor bu dünya tutunmuş deli saçlarında.
Bi yol bulsam yeniden başlasam vücudunda.
Ben ben gibi değilim kayboldum rüzgarlarında.
Aklım dursun herkes sussun bi dakka..
Kafamda kentsel dönüşümler
İçimde bi yerde bi gülüşünden
Sana deliyim ama gizledim her
Gidişinden gidişinden..." diye sürüp gidiyor şarkı.
Bu günlerde sıkça duyduğumuz kentsel dönüşümün gündeme gelmesine sebep olan tabi ki bu şarkı değil. İzmir depremi. Büyüklüğü 6.6 mı, 6.9 mu, 7 mi değil mi yazımızın konusu değil. Önemli olan yıkıma sebep olan bir sarsıntı olması. 17 Ağustos Marmara depreminden sonra geçen 21 yıla rağmen hala bu konuda ne yapabiliriz, ne yapmalıyızı konuşmak yerine "Önlemlerin neresindeyiz"i konuşuyor olmamız gerekmez miydi.
Devlet kurumları olarak suçlamamız gereken yerler elbette var ancak bizler bu ülkenin vatandaşları olarak küçük, büyük her deprem sonrasında, "Şehirde, kalabalıkta, yüksek binalarda yaşanmaz, toplanma yerlerimiz bile inşaatla, alışveriş merkeziyle, otoparkla doldu" deyip yine yüksek rezidanslardan, Falan Tower'lardan, Filan Life' lardan evler almadık mı? Devlet 8-10 katlı Toki binaları yapmadı mı?
Halbuki Sayın Cumhurbaşkanımız 2017 yılında Şehircilik Şurasında yaptığı konuşmada "ben dikey değil yatay mimariden yanayım. İnsan toprağa yakın yaşamalıdır...TOKİ binaları başta olmak üzere artık ülkemizde tarihimize, kültürümüze, bölgelerimizin hayat tarzına uygun binalar inşa etmek dönemi, gelmiştir." dememiş miydi?
Deprem sonrasında, oturduğumuz binaların sağlamlığını sorgulamaya başladık. Bazılarımız, "Evi daha yeni aldık, sıfır ev. Deprem Yönetmeliğine göre yapılmıştır. Bir şey olmaz" dedik. Doğrudur. Yönetmeliğe uygun yapılmıştır. İnanın 1999 Marmara depremini yaşayan biri olarak, İstanbul Avcılar'da hiçbir çatlağı, hasarıı olmadığı halde blok olarak çöken, yana yatan, ütün katlarıyla sağlam şekilde zemine çöken binalar da gördüm. Binalarımız belki sağlam ama zeminin nasıl olduğunu bilmiyoruz.
Şehirlerimizin nüfusu arttıkça yeni yerleşim yeri ihtiyacı doğması ve bunun da yerleşime uygun olmayan zemine sahip alanların imara açılmasına sebep olduğu bir gerçek. Şehirlerimiz çok kontrolsüz büyüyor. Şehirlerin yazgısını sadece yönetenlerin ufku ve kalitesi değil, yönetilenlerin kültür ve eğitim düzeyi de belirliyor. Vatandaşlar olarak bizler şehirlerdeki bina talebini arttırdığımız sürece arz da kontrolsüz olarak artmaya devam edecektir. Bunun sonucunda da alelacele yapılmış, altına büyük bir mağaza ya da markete kiralık işyeri yapalım da, başka türlü bu arsa para kazandırmaz düşüncesinin mantıklı geldiği, ticari kaygılara teslim olmuş binalar ortaya çıkması normaldir.
Çare Köysel Dönüşüm
Şehirlerin yükünü ve talebi azaltmada bizlerin de üzerine düşen sorumlulukların olduğu muhakkak. Öncelikle dikey yapılardan, samimiyetten uzak rezidanslardan kendimizi kurtarmalı, imkanımız ölçüsünde, yatay yapılaşmaya yönelmeliyiz. Ben şahsen bunu düşünmeye başladım. Basit olsun, tek katlı olsun ama güvenli olsun. Romalı mimar Vitrivius, bundan 2000 yıl önce mimaride "dayanıklılık, kullanışlılık ve estetiği" şart koşmuş. 2020' de bu şartların hangilerine sahibiz?
Yüksek yapılardan uzak, en fazla iki katlı ama muhakkak küçücük de olsa toprağa basabileceğim bir bahçesi olan bir ev hayalim. İşi ve çocukları nedeniyle şehir merkezinde yaşamak zorunda olanlara tabi ki diyecek bir şey yok. Yaşadığımız şehir trafiğin çok olduğu, ulaşımın zor olduğu bir yer değil. "Ben köyde yapamam, ne o öyle hayvan kokusu, köpek sesi" diyebilirsiniz. Zaten köylerde sizin sandığınız gibi hayvancılık, tezek, saman kokusu falan kalmadı merak etmeyin. Köy bile kalmadı artık hepsi mahalle. Ayrıca köyde yaşamak da şart değil. Bir araya gelinerek yapılabilecek yatay yerleşim ağırlıklı sitelerde kendi modern köyümüzü oluşturarak imkanlar doğrultusunda kaliteli bir yaşam sürmek mümkün.
Şehirlerin de bir ruhu vardır diyor İbn-i Haldun. Biz şehirlerin ruhunu bozduk. Şehirlerimizin hepsi birbirine benziyor, aynı ruhsuzlukta, soğuklukta. Zaman geçtikçe de şehirlerde yaşayanlar olarak şehirlerin ruhsuzluğuyla özdeşleşmeye başladık.
Kötü mekanda iyi insan yetişmez.
En önemli modern mimarlarımızdan yazar Doğan HASOL bir sohbetinde: "Bir şehrin mimarisine bakarak, o şehirde yaşamış ve yaşamakta olan insanların niteliği hakkında karar verebiliyorsunuz. Mimari, insanların ekonomisini, psikolojisini, ilişkilerini, kısaca her şeyini yansıtır ve etkiler. Kaldırımlar genişse, evler bahçeli, az katlıysa, sokaklar iyi aydınlatılıyorsa.. orada toplumsal bütünlük, mutluluk vardır. Mimari insanları etkiler. Kötü mekanda iyi insan yetişmez. Medeniyet kentlerde gelişmiştir. Medeniyetlerin niteliği kentlerin niteliğine bağlıdır." diyor.
Bu sözler ışığında genel olarak iyi mekanlarda yaşadığımız ve mutlu olduğumuz söylenemez.
Japonya' da gökdelen yapmak isteyenler, komşularına "nisshoken" yani "güneş hakkı" diye bir bedel vermek zorundaymış. Yani senin gökdelenin, insanların güneş almasını önleyecek belli saatlerde. Dolayısıyla daha çok yakıt harcayacaklar. Sen gökdelen yapmadan önce bu insanlara şu kadar tazminat ödemek zorundasın diyorlarmış. Aklıma İzmir Bayraklı' daki gökdelenler ve onların hemen arkasındaki gecekondular geldi. Nasıl bir mantık ve görüntü tezatlığı. Ülkemiz şartlarında komik bir yasa. Ama bir medeniyet göstergesi değil mi?İzmir depremi yaşanalı neredeyse iki hafta oluyor. En önemli, gündemin en fazla bir hafta sürdüğü ülkemizde her gün değişen gündemin yanında yavaş yavaş depremde unutulmaya başlanacak. Deprem çantası hazırlayalım sözü kimimizde söz olarak kalacak, kimi de hazırladığı çantayı nereye koyduğunu unutacak. Deprem sigortası, güçlendirme, kentsel dönüşüm, zemin etüdü falan gibi kelimeler birkaç haftaya hiç kullanılmayacak. Hannah Arent'in bir sözü var: "Eğer her gün çok büyük bir olay oluyorsa ve bu olay dünkü olayı unutturuyorsa o zaman toplumun varlığı mümkün değil." Varlığımızı sağlam tutmak için gündemi en azından kafamızda taze tutmalıyız. Devletten önce kendi önlemimiz kendimiz almalıyız.
Çünkü sallanıyor bu dünya tutunmuş deli saçlarında. Kafamda kentsel dönüşümler...
Yazımı, adının önüne şair ünvanını da eklemekten onur duyduğum ve bu ay ölüm yıldönümünü andığımız eski başbakanlarımızdan Bülent Ecevitin şiirinden bir alıntı ile sonlandıralım.
"Yaşlar dökülesi
Gözlerinden Türkiye
Çorak topraklarına senin
Açılmamış gözlerine gözlerim verilesi"