1 Ağustos 2021 Pazar

CİĞERİMİZ YANIYOR

 Mesela evlatlarını kaybedenler "Ciğerim yanıyor" der. Hiç düşündün mü neden "ciğerim" derler?"
Bedenin bir hafızası var, biliyorsun. Belli duyguları belli bölgelere kaydediyor. Karaciğer ve karın bölgesi de duygusal yükün ağır olduğu anları kaydetmekle görevli. Mesela kayıpları, yoğun hasreti... Birini kaybettiğinde, özlemi ciğerinle hissedersin. Ciğerinde hakikaten bir ağrı, hatta yangı olur yani. "Ciğerim yanıyor" lafı o histen geliyor.  
Nermin Yıldırım'ın "Unutma Dersleri" adlı kitabında geçiyor bu bölüm.

Bir süredir yurdumuzun çeşitli bölgelerinde oksijen kaynağımız, insanların olduğu kadar hayvanların da hayat kaynağı olan  ormanlarımız yani ülkemizin akciğerleri yanarken bizim de ciğerimiz yanıyor, karaciğerimiz yanıyor.

Yanan sadece ormanlar değil, ağaçlar değil, canlar yanıyor, insanlar yanıyor, evler yanıyor, geleceğimiz yanıyor. Kendi içinde bir can taşıyan, yavruları olan fakat bazı insanlar için sermaye olmaktan, mal olmaktan ileri gitmeyen ve "ölmek" kelimesini bile yakıştıramadığımız "telef" oldu dediğimiz inekler, keçiler, kuzular, koyunlar, danalar yanıyor. Kuşlar yanıyor, böcekler yanıyor, yılanlar kaplumbağalar yanıyor. 

Ölümlerin en acı vereni yanarak ölmek. Sokaktaki sıcağa tahammül edemezken, klimaların çalıştığı evlerimizde serin serin otururken yangın bölgesinde yüzlerce derece sıcaklıkta yangınla mücadele ederken yananlar oldu. Kendisinin orada bir dikili ağacı olmadığı halde yangına müdahale etmek için yanan görevlilerimiz oldu. Yanan vatandaşlarımız oldu. Allah hepsine rahmet eylesin. Türk milleti büyüktür. Her türlü yarayı sarmasını, iyileştirmesini bilir. Bu işin de mutlaka üstesinden gelinecektir. Yanan ağaçların yerine yenileri çıkacak, yeniden o yeşilliklere kavuşulacak ancak giden canlar geri gelmeyecek. 

Umuyorum ki ülkemizin değişik yerlerinde aynı anda çıkan bu yangınların nedeni bir iklim değişikliği ya da doğanın bir tepkisi olsun. Kötü niyetli kişilerce yapıldığına inanmak bile istemiyorum. 
Son zamanlarda doğayı çok fazla kızdırdığımız ortada. Aramız pek iyi değil onunla. Çünkü daha önce ateşin yapamadığını dozerlerle, iş makinalarıyla bizler yaptık. Ortasından kimi gerekli kimi gereksiz yollar, viyadükler, köprüler geçirdik, siteler yaptık, oteller yaptık. Ormanın sakinleri hayvanları doğal yerleşim yerlerinden ettik. Çünkü oralara bizler yerleştik.

Sel, toprak kayması, yangın, hortum. Bu felaketleri Doğa Ana'nın bir uyarısı olarak anlıyorum ben. Zararımız büyümeden bir an önce Doğa Ana ile barışı sağlamalıyız. Yoksa ikinci bir Nuh beklemek zorunda kalırız. O gemide insan ırkına yer kalmışsa tabi.

15 Ocak 2021 Cuma

Yarının Suyu

Güney Afrika Cumhuriyetinin  Başkenti C
ape Town’un tamamen susuz kalmaması, yani “Sıfır Günü”nü yaşamaması için, güvenlik güçleri 200 su toplama noktasını kişi başı en fazla 25 litre su alabilecek şekilde kontrol edeceği hakkında bir haber okumuştuk 2017 yılındaki gazetelerden. Rezervuarları dolduracak yeterli yağmur suyu ve yeraltı su kaynaklarından gelecek suyun temini ile, yaklaşık 4 milyon nüfuslu Cape Town’da, eğer kişi başına 25 litre su kullanımı aşılmazsa, 12 Nisan olarak belirlenen “Sıfır Günü”nden kurtulma ihtimali var diyorlardı.
Geçtiğimiz aylarda 25 litre isimli bir belgesel seyrettim. Gökhan Özoğuz'un (Athena Gökhan) sunumuyla. Belgeselin ismi de buradan geliyordu. İnsan ihtiyaçlarının karşılanması için Cape Town'da kişi başı verilecek su miktarından. Yani 25 litreden. Evlerimize aldığımız su damacanalarının 19 litre olduğunu düşünürsek kulağa ne kadar az geliyor değil mi kişi başına 25 litre su. 

Köyden şehire göç, plansız büyüme, nüfus artış hızının ve buna bağlı olarak su kullanımının artması, ormanlarımızın azalması, betonlaşmanın çoğalması, kış ortasında olmamıza rağmen Ocak ayının ortalarında hala istenen oranda yağmur yağmaması, yazdan kışa kıştan yaza geçmemiz ve bahar aylarını yaşamıyor olmamız su eksikliğimizin, barajlarımızın dolmamasının en büyük nedeni. Önceleri yaz aylarında susuzluk çeken şehirler şimdi kış ortasında da susuzluk çekmeye başladı. Dünyamızın yüzde 74'ü su ile kaplı ama tatlı su oranı yüzde 2 buçuk. Dünyadaki suyun sadece 100 binde 6'sını kullanabiliyoruz. 

Uzmanların açıkladığına göre en son 2014 yılında kurak bir yıl yaşadık ve 7 yılda bir kuraklık, 14 yılda bir de ağır kuraklık yaşanıyormuş ülkemizde. Görünüşe göre uzun vadede ülkemizi büyük kuraklık bekliyor.

Su yerine konulabilen bir şey değil. Hayatın her alanında suya muhtacız. Tarımın, endüstrinin, insanın sağlıklı yaşayabilmesi için gerekli bir su miktarı var. Türkiye'deki suyun yüzde %75'i tarımda, %10' u sanayide, yüzde 15'i ise evlerde kullanılıyor. Ortalama olarak bir günde diş fırçalama süresince 6 litre, el yüz yıkama süresince 4 litre, sifon çekerek 15 litre, bir makine dolusu bulaşığı elde yıkarken 103 litre makinede 9 litre suyu doğrudan kullanıyoruz. Gerçekten ciddi rakamlar bunlar.

Su ayak izi tatlı su kullanımının bir göstergesidir. Yalnızca üretici veya tüketici olarak kullandığımız suyu değil aynı zamanda dolaylı yollardan tükettiğimiz su kullanımının da toplamıdır. 

Bir de sanal su dediğimiz bir kavram var. Mesela bir fincan kahve içtiğimiz zaman aslında 140 litre su tüketiyoruz. (Yani 7 damacana)  Sanal su bir ürünü üretme, yetiştirme, paketleme, nakliye aşamalarında kullanılan dolaylı su miktarını temsil ediyor. Yani bir fincan kahve içtiğimizde aslında yalnızca bir fincan su tüketmiyoruz. Bir bardak portakal suyu 170 litre, 1 bardak süt 180 litre, 1 pamuklu tişört 2700 litre, 1 jean pantolon 1000 litre, 2 yumurta 880 litre, 1 hamburger 2400 litre su tüketiyor. Korkunç rakamlar.

Cape Town'da insanlar sıfır gününü yaşamamak için bazı önlemler aldılar. Yağmur suyu hasadı yaptılar. Duşlara kovalar koyarak bu suyu sifon suyu olarak kullandılar. Bulaşık veya çamaşır makinesinden çıkan suyu borularla bahçeye taşıdılar, burada saklayıp  tuvalette kullandılar. Benzin istasyonlarında elinizi yıkayamazdınız. Elinizi yıkamanın yolu el dezenfektanıydı. Cape Town sakinleri banyo sularını tuvaletlerini temizlemek için kullanıyor. Ayrıca kent sakinlerinin en fazla 90 saniye banyo yapmaları söylendi. Cape Town'da yaşayan Darryn Ten, CNN’e “Yıkanmamış saçlar artık toplumsal bir sorumluluk simgesi haline geldi” dedi.

Uzmanlar 2040 yılına kadar İstanbul'da hava sıcaklığının 2-3 derece artmasını ve bahar yağmurlarının yüzde 20 azalmasını bekliyorlar. Son 15 yılda su tüketimimiz 4 kat arttı. Nüfusumuzun kontrolsüz artması ve şehirlerde birikmesi bunda etken. 

2030 yılında ülke nüfusunun 65' i su kıtlığı ile karşı karşıya kalacak. Evet su kaynaklarımız gün geçtikçe azalıyor ve su kullanmak gerçekten pahalı ama kullanmak da zorunlu. Su tasarrufunun gerekliliğini çocuklarımıza kreşlerden itibaren okullarda öğretmemiz gerekiyor. Evlerimizde de tasarrufu kendimiz uygulamamız zorunlu. Barajlarımız doluyken, suyumuzu varken korumak lazım. Yağmur sularının toplanması için drenaj sistemi ile yağmur suyu hasadı ise şimdiden devlet kurumlarının ve yerel yönetimlerin yakın zamanda projeleri ve yatırım planları içerisinde olmalıdır.

Türkiye'de mevcut su kaynakları ile kişi başına düşen su ortalaması 1430 metreküp. İstanbul ortalaması ise kullanılan sanal su miktarı ile birlikte 1615 metreküp. Siz de kişi başı su kullanımı ortalamanızı yani su ayak izimizin ne olduğunu www.yarininsuyu.com internet sitesine girerek, tasarruf ipuçlarını öğrenebilir ve tasarruf sözü verebilirsiniz. Sitede bugün itibari ile 14,6 milyon ton su tasarrufu sözü verilmiş durumda.
25 litre belgeselini izlemek için ise  https://www.youtube.com/watch?v=w4pPjndoxKc adresini ziyaret edebilirsiniz.

5 Aralık 2020 Cumartesi

Nefesi Nefesime Değsin ve Adı "Aşk" Olsun

Daha yeni yatmıştım ki usulca yanıma sokuldu. Gözlerini kırpmadan gözlerimin içine baktı. Bakışları, yatağa neden geç geldiğimi sorar gibiydi. Ama her zaman onun istediği saatte yatamazdım ya. 

Yatakta yüzümün ona dönük olmasını isterdi hep ve kolumu başının altına doğru uzatmamı. Kafasını koluma koyup bir kolunu üzerime atmaya bayılırdı. Bazen de ayağını. Çoğu zaman da her ikisini. Benim başka bir şeyle ilgilenmemi istemezdi. Elimde ne bir kitap olsundu ne de telefon. Sadece gözlerim onun gözlerinde olsun isterdi. Ama bu her zaman olabilecek bir durum değildi. Bazı anlarda sıkılıp elime telefonu ya da kitabımı aldığımda çok kızar, kızgınlığını göstermek için sesini hiç çıkarmadan  kafasıyla kitaba küçük küçük vuruşlar yaparak kendisiyle ilgilenmemi isterdi. Alışmıştım onun bu sessiz tepkilerine. Klasik dişi davranışları işte. Aslında istediği ve ihtiyacı olan şey küçük dokunuşlarımdı. Başına, vücuduna, sırtına yaptığım dokunuşlar onu çok mutlu ederdi. Böyle anlarda mutluluğunu kollarını iki yana açarak ve derinden derinden inleyerek gösterirdi. Benim dokunuşlarıma o da küçük küçük karşılıklar verirdi. Elini, parmakları açık bir şekilde dudaklarıma doğru götürmeyi severdi. Küçücük parmaklarının ucuyla dudağıma dokunur sonra çekerdi. Sırf onun rahatı bozulmasın diye yattığım yerden kıpırdamazdım bile, kasılır kalırdım bir süre sonra. Serin yaz gecelerinde ya da soğuk kış gecelerinde üzerimdeki pikenin ya da battaniyenin bir kısmı vücudumu açıkta bıraksa ve üşüsem de yine kıpırdamaz, onun rahatını hiç bozmazdım. Zaman geçtikçe nefeslerimiz birbirine karışır, bir süre sonra da birlikte ahenkle nefes alıp vermeye devam ederek uykuya dalardık. Devamlı aynı pozisyonda yatmaya dayanamaz, diğer yanıma dönmek istediğimde, sırtımı ona döner dönmez bir hamlede üzerimden atlayarak yine benimle yüz yüze diğer kolumun üzerine başını koyarak uyumaya devam ederdi. 

Böyle anlarda onun sıcaklığını duymak, nefes alıp verişlerinde vücudunun alçalıp yükselişlerini hissetmek beni çok mutlu ederdi. Yüz yüze yatmaktan bu kez o sıkılır, bu kez de sırtını bana dönerek yatardı. Sırtını tam göğsümün çukuruna dayar,  kolumun üzerine başını koymaktan vazgeçmezdi. 
Bazı anlar şikayetçi olsam da bu yatış şekli benim de çok hoşuma giderdi. O anlar hiç bitsin istemezdim. Ben de bazen bacağımı onun üzerine atardım, hiç rahatsız olmazdı. Hatta küçük inlemelerle cevap verirdi hoşuna gittiğini bildiren. 

Galiba ben ona aşıktım.

Sabah kalktığımda yanımda olmazdı tabi. Benden önce kalkardı. Bazı sabahlarda, hatta çoğu sabah kendisi uyandıktan hemen sonra beni uyandırmaya çalışır, bunu da burnunu benim burnuma değdirerek yapmayı severdi. 

Benden önce kalktığında ise hemen balkona koşar, yeni doğan günü gerinerek karşılar, atıştırdığı bir kaç aperitiften sonra sabah uykusunun keyfini yine benimle çıkarırdı. 
Ben uyumaya devam edersem bu kez üzerime çıkar bütün ağırlığını vücudumda hissetmemi sağlardı. Yine de kalkmazsam bu kez yataktan fırlar yatak odası kapısının önünde uzun uzun miyavlamaya başlardı.

Evet, bir kediden bahsediyorum. Hayatımda yaklaşık yedi ya da sekiz yıldır kediler var. İlk yattığımda uykuya dalmaya zorlanan biri olarak en rahat uykularım bir kediye sarılarak yattığım gecelerdeki uykularım oldu. Böyle bir huzur tarif edilemez. Her kediyle de böyle huzurlu uyunmaz tabi ki. Ama benim kedim ve onun insanı olan ben, birbirimizle müthiş huzurluyuz. 

Kedilerinizin nefesi yüzünüzden, Gözleri gözlerinizden, patileri üzerinizden eksik olmasın.
Kendinize ve varsa kedinize iyi bakın.
Kediyle kalın.

1 Aralık 2020 Salı

Çarşıya İnemem

Sait Faik' in "Alemdağ'da Var Bir Yılan" adlı kitabında "Çarşıya İnemem" adlı bir öyküsü var. Öyküde kendi ağzından orta halli bir memur tasvir ediliyor, ayda aldığı maaş, yapacağı ödemeler, borcunu harcını anlattıktan sonra "çarşıya inemem" diyor. Sonra da ekliyor "Çarşıya inemememin sebebi parasal durumum değil" 

 Öykünün kahramanının çarşıya inememe sebebi insanlar.

"O fırıncı yok mu o? O, sabahları kırbaç gibi işçi çocuklara pis yağlı böreğini otuz beş kuruşa okutan, olur da fazla veririm korkusundan kimselere para bozmayan fırıncı."

"O, kıyma makinesinden geçen her yarım kilo ete öğürtücü, öldürücü iç yağları karıştıran, o, sandalyesinde akşama kadar oturup iç yağları, keçileri, mandaları düşünen kasap efendi." 

Bunların suratını görmemek için çarşıya inmediğini söyler öyküde kahramanımız. Sonra da: " Hayır değil, değil, şimdi çarşıya insem bakkala 'Vay Barba Niko!', kasaba 'Vay Usta Haralambo!', fırıncıya 'Ooo Abdülkadir Efendi!' diyeceğime emin olun." diye de ekler.  Öykünün sonunda da der ki: "Bu bir bitiriş şekli değil ama, çarşıya inemem o kadar." diye özetliyor durumunu.

Pandemi nedeniyle pek dışarı çıkmıyorum. Aslında hiç çıkmak istemiyorum ama zorunlu olarak çıkmam da gerekiyor. Market alışverişi, para çekmek vs. gibi nedenlerle haftada bir kez en fazla yarım saat dışarıya çıkıyorum. Bu haftaya kadar böyleydi. Yaklaşık on günden beri de hiç çıkmıyorum.

Dışarı seyrek çıkınca ve ev hayatına alışınca, dışarıdaki insanları görmek bile değişik geliyor. Hele bir de çoğu insan maskeli olunca daha da ilginç ve garip. Tüm uyarılara rağmen yine de maskesiz insan görmek tuhaf oluyor. İlk başlarda maskelileri görmeyi yadırgıyorduk, garip olan maskeli insan görmek değil maskesiz insan görmekti. Şimdi bu maskesizler yüzünden, salgının bitmesi ve normalleşmeye geçmemiz de çok zor bir olasılık. Dışarı çıkmıyorum ya inanın ki insanı özlememişim. İnsan görmüyorum rahatım, çünkü kuralsızlık görmüyorum. 

Biz rahatladıkça, önlemler sıkılaştı. Hepimiz şikayetçiyiz bu durumdan. Esnaf ekonomiden şikayetçi oluyor ama bir yandan maske-mesafe- hijyene önem vermiyor. Bizler gevşedikçe, kurallara uymadıkça bu iş daha çok üzün sürecek ve ekonomik olarak da bizleri zorlayacak gibi görünüyor. Denetimler çok sıkı değil. Hareketli caddelerimizde denetimler daha sıkı olmalı. İnsanları uyarmak medeni ülkelerde bir sorumluluk iken bizde uyaran ya suçlu çıkıyor ya da hakarete uğruyor. Bu görev vatandaşa düşmeden kolluk kuvvetlerimizce çözülmeli. 

Bir süre öncesinde bizim için sayılardan ve istatistiklerden ibaret olan turkuaz tablo artık ete, kemiğe büründü ve yakınlarımızın, akrabalarımızın, arkadaşlarımızın pozitif vakaları ve ölümleri şeklinde kendini göstermeye başladı.

Şehrimiz adı büyük ama kendisi çok büyük bir şehir değil. Çok kısa mesafelerde toplu taşımayı kullanmamaya özen göstermeliyiz. Bir süre daha sosyalleşmemekte fayda var. 

Halk olarak duyarlılık örneği gösterip şu illetten bir an önce kurtulmak için üzerimize düşeni, idarecilerden önce kendi kişisel kararlılığımızla başarmalıyız.

Sait Faik'in kahramanının çarşıya inememesinin nedeni kötü ahlaklı insanları görmek istememesindendi. Benimki de aynı sebeple. Sevmiyorum bu şehrin kuralsız insanlarını.

Yazımızı Cemil Meriç'in bir sözü ile bitirelim. "Ve kitaptaki insanları sokaktakilerden daha çok sevdim."

23 Kasım 2020 Pazartesi

RIFAT ILGAZ'DAN YENİ ÖĞRETMENLERE MESAJ

Rıfat Ilgaz. Hababam Sınıfı deyince onun adı gelir aklımıza hemen. İşte -eski bir öğretmen olan- O Rıfat Ilgaz'ın "Nerde Kalmıştık" adlı, Akbaba, Dolmuş, Markopaşa gibi gazetelerde yayınlanmış olan yazılarından derlenmiş 1984 yılı baskısı kitabını okudum. Kitaptaki yazıların birisi de "926' dan birin'e "  adını taşıyor. Yazının tarihi yok. (Muhtemelen 1960'lar olabilir) Ancak o tarihlerde Milli Eğitim Bakanlığı Parasız yatılı mezunu 926 öğretmen adayının atamasının ve görev yerlerinin belirlenmesi için kura çekiminin yapılacağı haberini vererek öğretmen adaylarına sesleniyor ve şöyle diyor Rıfat Ilgaz:

"Dinle kardeş, bu işe senden tam 35 yıl önce başlamış biri olarak konuşacağım. Yani sizlerden biri... Sen bu 926'dan biri olan genç arkadaşım. Kurasını çekip de gideceğin yerde seni neler bekliyor biliyor musun? Bunları eski bir öğretmen değil de, bu yılların yazarı olarak daha etraflı bilmekteyim.
Önce şunu belirteyim...Halkımız Cumhuriyetten önce de, Cumhuriyetten, hatta demokrasiden sonra da öğretmeni sevmiştir. Öğretmene kıyan, onu tedirgin eden  halk değildir. Öğretmene,Türkiye'nin neresine gidersek gidelim, hep kendini aydın sananlar kıyar, halkımız her yerde kendi işinde gücünde, geçiminde, ekmek parasının peşindedir. Ama kötü politikacılar, din kılığıyla siyaset yapmak isteyenler, bu kendi halinde yaşayan halkı rahat bırakmazlar. Onun sağlam yanını özünü bozmak için ellerinden geleni yaparlar. Gene de bu işi başaramazlar ama, bir süre için kendi çıkarlarına işletirler.

Genç arkadaşım, sen ilk günlerde hep bu aracılarla karşılaşacaksın işte. "Halkla temas" ediyorum sanacaksın ama, parmağının ucuyla bile değinmediğini çok geçmeden anlayacaksın. Halkımız öyle kolay kolay kendini açığa vurmaz  çünkü. 

Nereye verirlerse versinler, Milli Eğitim Bakanlığının politikaya dönük adamlarının denetiminde olan arkadaşım, yalnız ulusuna karşı borçlu olduğunu unutmayacaksın. Onların, boyuna yediğin kurufasulye pilavı başına kakmalarının sebebi hikmeti vardır. seni kendi hizmetlerinde çalıştırmak! Çoğu eyyamcı, kötü politikacıdır, seni denetleyenlerin. İyileri hiç yok mudur? olmaz olur mu? İlk işin bunları bulup çıkarmak olacak!
Sana ısmarlaman kahvenin, çayın altında neler yattığını düşünerek iç! Halkımız öğretmene karşı saygılıdır, unutma, eğer saygısızlık ediyorsa nedenlerini arayıp bulmak zorundasın. Bulacağın nedenler bir çok sosyoloğun, romancının, aydının, gazetecinin, politikacının, yöneticinin, hemen bulamadığı gerçeklerdir.

Öğrencilerini kusurludur diye sevmemezlik yapma! Kusurlu gibi görünen yanları belki en sağlam yanlarıdır. Bir de şuna dikkatini çekmek isterim. Yobazlarla karşılaşacaksın. Onların dilinden anlamaya çalışırsan hemen hepsinin batıya karşı olduğunu göreceksin! Biraz kurcalarsan bu gavur düşmanlığının sömürgeci düşmanlığı olduğunu anlayacak, şaşıracaksın! Kim olursa olsunlar, düpedüz sağcı değillerdir. Toplumcuların karşısında, emperyalizmin işbirlikçi sermayenin, tefecinin yanında hatta içindedirler. Çoğu zaman da bizzat kendileridirler, farkında olmadan!
Memlekette gözü bağlı dolaşma, uyanık ol, akıllı ol, yürekli ol! Bilgili ol demeyeceğim sana, öğretilenlerin bir çoğunun yanlış olduğunu bil yeter!
Bol şanslar dilemeyeceğim. Ha sen gitmişsin, gideceğin yere, ha sınıf arkadaşın. Başarılar dileyeceğim, işte o kadar."

diye bitirmiş yazısını. Belki bilerek tarih yok yazıda. Alın bugünkü gazetelerden birine koyun yayınlayın. Hiç bir değişiklik yok.  Yalnızca yobazlar konusunda iyi niyetli yaklaşmış. Şimdi o yobazların o kadar da iyi niyetlileri kalmadı çevremizde. Her biri yaptığını farkında olmadan değil bizzat bilerek yapıyorlar. 
Öğretmenlerimiz görev yaptığı yer neresi olursa olsun, memleketimizin her köşesinde, hak ettikleri güzel imkanlar bir ölçüde sağlanamamış olsa da mesleklerinin kutsallığının bilincinde davrandıklarını tahmin edebiliyoruz. 

Yüce Atatürk'ün de bundan yaklaşık 100 yıl önce eğitimle ilgili söyledikleri de günümüzde aynı anlamını korumaktadır. 
“Bir ulusun asker ordusu ne kadar güçlü olursa olsun, kazandığı zafer ne kadar yüce olursa olsun, bir ulus ilim ordusuna sahip değilse, savaş meydanlarında kazanılmış zaferlerin sonu olacaktır. Bu nedenle bir an önce büyük, mükemmel bir ilim ordusuna sahip olma zorunluluğu vardır."

"Eğitimdir ki bir milleti; ya hür, bağımsız, şanlı, yüksek bir topluluk halinde yaşatır; ya da esaret ve sefalete terk eder."

Benim de, değerli ve ilkeli öğretmenlerimizden küçük bir ricam var. Müfredata uyun ama asıl müfredatın hayatın kendisi olduğunu da unutmayın. Çocuklarımız şair adı ezberlesinler ama bu şairlerin şiirlerini de okusunlar. Flütle kahramanlık marşları da çalsınlar ama bunun yanında Bach'ın da, Vivaldi'nin de eserleri kulaklarına çalınsın. Dersin birinde açın bir klasik tiyatro eseri seyrettirin onlara. Ödev sorumluluğu hissetmeden Türk ve Dünya Klasiklerini okusunlar. Suç ve Ceza'yı da okusunlar, Araba Sevdasını da. Kitaplarda yazılan tarihi bir masalcı  gibi anlatın onlara, tarih ezberletmeden. Ünlü ressamların adlarını bilsinler, hayat hikayelerinden ziyade tablolarını gösterin. Sanatla tanışsınlar. Her dersiniz, aynı zamanda bir Hayat Bilgisi dersi olsun, hayatı öğretin onlara müfredatı değil.

Görevini isteyerek, severek yapan ve başımızın tacı olan saygıdeğer öğretmenlerimizin 24 Kasım Öğretmenler Günü kutlu olsun. Bu arada bir parantez açarak, şu salgın günlerinde daha da minnettar olduğumuz ve diğer öğretmenlerle bir tutulmadan, adeta bir bakıcı gibi görülerek esnek çalışmalarına izin verilmeyen, hakkı ödenmeyecek anaokulu ve kreş öğretmenlerimizin de gününü ayrıca kutluyorum. Minnetle ve saygıyla.

10 Kasım 2020 Salı

KAFAMDA KENTSEL DÖNÜŞÜMLER

Son günlerde gençler arasında popüler bir şarkının sözleri bunlar. Arabada kızım dinlerken duydum ben de. İkiye On Kala adlı bir grup söylüyormuş. Sözlerinden bazı bölümler ise şöyle:

"Sallanıyor bu dünya tutunmuş deli saçlarında.

Bi yol bulsam yeniden başlasam vücudunda.

Ben ben gibi değilim kayboldum rüzgarlarında.

Aklım dursun herkes sussun bi dakka..

Kafamda kentsel dönüşümler

İçimde bi yerde bi gülüşünden

Sana deliyim ama gizledim her

Gidişinden gidişinden..."      diye sürüp gidiyor şarkı. 

Bu günlerde sıkça duyduğumuz kentsel dönüşümün gündeme gelmesine sebep olan tabi ki bu şarkı değil. İzmir depremi. Büyüklüğü 6.6 mı, 6.9 mu, 7 mi değil mi yazımızın konusu değil. Önemli olan yıkıma sebep olan bir sarsıntı olması. 17 Ağustos Marmara depreminden sonra geçen 21 yıla rağmen hala bu konuda ne yapabiliriz, ne yapmalıyızı  konuşmak yerine "Önlemlerin neresindeyiz"i konuşuyor olmamız gerekmez miydi.

Devlet kurumları olarak suçlamamız gereken yerler elbette var ancak bizler bu ülkenin vatandaşları olarak küçük, büyük her deprem sonrasında, "Şehirde, kalabalıkta, yüksek binalarda yaşanmaz, toplanma yerlerimiz bile inşaatla, alışveriş merkeziyle, otoparkla doldu" deyip yine yüksek rezidanslardan, Falan Tower'lardan, Filan Life' lardan evler almadık mı? Devlet 8-10 katlı Toki binaları yapmadı mı?

Halbuki Sayın Cumhurbaşkanımız 2017 yılında Şehircilik Şurasında yaptığı konuşmada "ben dikey değil yatay mimariden yanayım. İnsan toprağa yakın yaşamalıdır...TOKİ binaları başta olmak üzere artık ülkemizde tarihimize, kültürümüze, bölgelerimizin hayat tarzına uygun binalar inşa etmek dönemi, gelmiştir." dememiş miydi?

Deprem sonrasında, oturduğumuz binaların sağlamlığını sorgulamaya başladık. Bazılarımız, "Evi daha yeni aldık, sıfır ev. Deprem Yönetmeliğine göre yapılmıştır. Bir şey olmaz" dedik. Doğrudur. Yönetmeliğe uygun yapılmıştır. İnanın 1999 Marmara depremini yaşayan biri olarak, İstanbul Avcılar'da hiçbir çatlağı, hasarıı olmadığı halde blok olarak çöken, yana yatan, ütün katlarıyla sağlam şekilde zemine çöken  binalar da gördüm. Binalarımız belki sağlam ama zeminin nasıl olduğunu bilmiyoruz.

Şehirlerimizin nüfusu arttıkça yeni yerleşim yeri ihtiyacı doğması ve bunun da yerleşime uygun olmayan zemine sahip alanların imara açılmasına sebep olduğu bir gerçek. Şehirlerimiz çok kontrolsüz büyüyor. Şehirlerin yazgısını sadece yönetenlerin ufku ve kalitesi değil, yönetilenlerin kültür ve eğitim düzeyi de belirliyor. Vatandaşlar olarak bizler şehirlerdeki bina talebini arttırdığımız sürece arz da kontrolsüz olarak artmaya devam edecektir. Bunun sonucunda da alelacele yapılmış, altına büyük bir mağaza ya da markete kiralık işyeri yapalım da, başka türlü bu arsa para kazandırmaz düşüncesinin mantıklı geldiği, ticari kaygılara teslim olmuş binalar ortaya çıkması normaldir.

Çare Köysel Dönüşüm

Şehirlerin yükünü ve talebi azaltmada bizlerin de üzerine düşen sorumlulukların olduğu muhakkak. Öncelikle dikey yapılardan, samimiyetten uzak rezidanslardan kendimizi kurtarmalı, imkanımız ölçüsünde, yatay yapılaşmaya yönelmeliyiz. Ben şahsen bunu düşünmeye başladım. Basit olsun, tek katlı olsun ama güvenli olsun. Romalı mimar Vitrivius, bundan 2000 yıl önce mimaride "dayanıklılık, kullanışlılık ve estetiği" şart koşmuş. 2020' de bu şartların hangilerine sahibiz?

Yüksek yapılardan uzak, en fazla iki katlı ama muhakkak küçücük de olsa toprağa basabileceğim bir bahçesi olan bir ev hayalim. İşi ve çocukları nedeniyle şehir merkezinde yaşamak zorunda olanlara tabi ki diyecek bir şey yok. Yaşadığımız şehir trafiğin çok olduğu, ulaşımın zor olduğu bir yer değil. "Ben köyde yapamam, ne o öyle hayvan kokusu, köpek sesi" diyebilirsiniz. Zaten köylerde sizin sandığınız gibi hayvancılık, tezek, saman kokusu falan kalmadı merak etmeyin. Köy bile kalmadı artık hepsi mahalle. Ayrıca köyde yaşamak da şart değil. Bir araya gelinerek yapılabilecek yatay yerleşim ağırlıklı sitelerde kendi modern köyümüzü oluşturarak imkanlar doğrultusunda kaliteli bir yaşam sürmek mümkün.

Şehirlerin de bir ruhu vardır diyor İbn-i Haldun. Biz şehirlerin ruhunu bozduk. Şehirlerimizin hepsi birbirine benziyor, aynı ruhsuzlukta, soğuklukta. Zaman geçtikçe de şehirlerde yaşayanlar olarak şehirlerin ruhsuzluğuyla özdeşleşmeye başladık.

Kötü mekanda iyi insan yetişmez.

En önemli modern mimarlarımızdan yazar Doğan HASOL bir sohbetinde: "Bir şehrin mimarisine bakarak, o şehirde yaşamış ve yaşamakta olan insanların niteliği hakkında karar verebiliyorsunuz. Mimari, insanların ekonomisini, psikolojisini, ilişkilerini, kısaca her şeyini yansıtır ve etkiler. Kaldırımlar genişse, evler bahçeli, az katlıysa, sokaklar iyi aydınlatılıyorsa.. orada toplumsal bütünlük, mutluluk vardır. Mimari insanları etkiler. Kötü mekanda iyi insan yetişmez. Medeniyet kentlerde gelişmiştir. Medeniyetlerin niteliği kentlerin niteliğine bağlıdır." diyor. 

Bu sözler ışığında genel olarak iyi mekanlarda yaşadığımız ve mutlu olduğumuz söylenemez.

Japonya' da gökdelen yapmak isteyenler, komşularına "nisshoken" yani "güneş hakkı" diye bir bedel vermek zorundaymış. Yani senin gökdelenin, insanların güneş almasını önleyecek belli saatlerde. Dolayısıyla daha çok yakıt harcayacaklar. Sen gökdelen yapmadan önce bu insanlara şu kadar tazminat ödemek zorundasın diyorlarmış. Aklıma İzmir Bayraklı' daki gökdelenler ve onların hemen arkasındaki gecekondular geldi. Nasıl bir mantık ve görüntü tezatlığı. Ülkemiz şartlarında komik bir yasa. Ama bir medeniyet göstergesi değil mi?

İzmir depremi yaşanalı neredeyse iki hafta oluyor. En önemli, gündemin en fazla bir hafta sürdüğü ülkemizde her gün değişen gündemin yanında yavaş yavaş depremde unutulmaya başlanacak. Deprem çantası hazırlayalım sözü kimimizde söz olarak kalacak, kimi de hazırladığı çantayı nereye koyduğunu unutacak. Deprem sigortası, güçlendirme, kentsel dönüşüm, zemin etüdü falan gibi kelimeler birkaç haftaya hiç  kullanılmayacak. Hannah Arent'in bir sözü var: "Eğer her gün çok büyük bir olay oluyorsa ve bu  olay dünkü olayı unutturuyorsa o zaman toplumun varlığı mümkün değil." Varlığımızı sağlam tutmak için gündemi en azından kafamızda taze tutmalıyız. Devletten önce kendi önlemimiz kendimiz almalıyız. 

Çünkü sallanıyor bu dünya tutunmuş deli saçlarında. Kafamda kentsel dönüşümler...

Yazımı, adının önüne şair ünvanını da eklemekten onur duyduğum  ve bu ay ölüm yıldönümünü andığımız eski başbakanlarımızdan Bülent Ecevitin  şiirinden  bir alıntı ile sonlandıralım.

"Yaşlar dökülesi

Gözlerinden Türkiye

Çorak topraklarına senin

Açılmamış gözlerine gözlerim verilesi"

15 Ekim 2020 Perşembe

CAN SIKINTISI

Çin'de ilk demiryolu yapımının başladığı günlerde, işçiler yaptıkları işin ne olduğunu merak ederek, kendilerini yönetenlere sorarlar: "Ne için uğraşıyoruz. Bunun sonu ne olacak? derler. Anlatılır; bu bir demiryoludur ve zamandan kazanmayı sağlar. "Nasıl? diye sorar işçiler. "Örneğin" derler; "yaya olarak 30 günde gideceğiniz yere demiryolu yapıldıktan sonra en fazla bir günde gideceksiniz." İşçiler hayretle bakarlar ve "Pekiyi" derler, "o geride kalan 29 günde ne yapacağız?"

Malum corona virüsü belası başımıza geldiğinden beri kronik hastalıklarım nedeniyle evdeyim. Çok çok gerekli olmadıkça dışarı çıkmıyorum. Uzunca da bir süre oldu. Başlarda sokağa çıkma yasakları, esnek çalışma falan derken çoğumuz evlerdeydik. Peki bu sürede evlerimizde neler yaptık, zamanımızı nasıl değerlendirdik? Sıkıldık mı? Elbette sıkıldık ancak bu sıkıntılı günleri kendi avantajımıza çevirebildik mi yoksa boş boş mu geçirdik. 

Evde kapalı kalmaktan kaynaklanan, can sıkıntısı oldu muhakkak hepimizde. Bazıları kısıtlı da olsa dışarı çıkabiliyor, zorunlu olarak işine gitmek zorunda olanlar işlerine gidiyor. Bu onlar için kısa süreli bir rahatlama sağlıyordu. Ancak benim gibi kronik rahatsızlıkları olduğu için bağışıklık sistemleri zayıf olanlar ile atmışbeş yaş üstü vatandaşlarımız uzun zaman evlerinde kaldılar. 

Yaklaşık 7 aydır zamanımın büyük çoğunluğu "zorunlu haller hariç" evde geçiyor.  Memuriyet hayatım boyunca işimden hiç bu kadar süre ayrı kalmadım. Çalışırken tabi ki izin kullandım ama en fazla aralıksız 12 gün. Tabi bu planlı bir izin olmadığından ve evde kalmak zorunda olduğumuzdan gezme planları da yapamayınca ben uzun zamandır arayıp da bulamadığım fırsatları yakaladım.

Eli kalem, kağıt tutan için o kadar çok oyalanacak şey var ki hayatımızda. Ama elimiz sadece tv kumandası ve cep telefonu tutuyorsa bir süre sonra kısır döngüye girebiliyorsunuz. Twitter'a gir, ardından instagram, o ne yapmış bu ne story atmış, oradan hoop facebook'a. Yalan yanlış elden ele gezen bilgiler. Bir kaç haber sitesi. Hadii bir bakmışsın kafa olmuş çorba. Dur telefondan onu arayayım, bunu arayayım o da bitti. 

Al kumandayı eline kanal listesini tara, bitsin baştan sona tekrar tara. Malum her yer profesör kaynıyor. Birinin ak dediğine öbürü kara derken, o kara ertesi gün tekrar ak oluyor. Twitter'da gündem tekrar değişiyor. Sonra bir bakmışsın akşam haberleri gelmiş. Açılan sandık sayısı şu, pozitif çıkan oy sayısı şu,  vakaların illere göre dağılımı derken, seçim sonucu gibi vaka sayıları açıklanıyor ve gün içindeki aldığın bilgilerin hepsi birlikte beyninde dans ediyor. Akşam televizyon faslı, güldür güldür, fıldır fıldır, sörvayvır, korkutucu sesi ve elinde bastouyla ateş-öksürük diyen corona virüsün vücut bulmuş hali gibi zırt pırt karşımıza çıkan muhteşem doktor. O dizi, bu dizi derken gün bitiyor çoğumuzun evinde.

 Ee yarın napıcaz. Vallahi aynısı. Hiç bir fark yok. Birbirinin aynısı günler.

İlk günler bu arayı bir nimet gibi görmüşken devam eden günlerdeki belirsizlik sıkmaya başladı. Başlarda günümün belli zamanlarında kitap okumaya, ki bunun bir kısmı e-book olarak okuduğum kitaplar- bir kısmını felsefe çalışmaya, bir kısmını dizi ve film ile tv izlemeye ayırdım. Bunu istisnasız her gün yapıyordum. Dijital platform dizilerinin uzun süren bölümleri bitmek bilmese de biraz ondan biraz bundan atlaya zıplaya seyrediyordum. Kitaplığımı düzenledim. Son okuduğum ya da daha önce okumuş olduğum kitapların özetini bloğuma ekledim, günlük gazeteleri okudum. Elinizde bir cep telefonunuz varsa bunu faydalı işler için de, boş işler için de kullanmak sizin elinizde. Tabi bunu öncelikle sizin istemeniz gerekli. Sadece sosyal medyaya takılıp kalmak bir süre sonra can sıkmaya başlayacaktır.

Bu günler, can sıkıntısından yakınmak yerine ev ortamında çoktandır yapamadığımız ya da vakit bulamadığım şeyleri yapmak için bir fırsat olabilir diye düşünüyorum. Mesela yıllarca eline kitap almayanlar için birkaç satır okumak -ne olursa olsun- yeni bir şeylerin başlangıcı olabilirdi. Eldeki malzeme ile internetten tariflere bakarak basit yemekler yapmak -ki erkek olmak buna engel değil-  aile bireyleri ile vakit geçirecek etkinlikler, hani eskiden elektrikler kesildiğinde yaptığımız gibi (Bunu ancak benim yaşımdakiler anlayabilir) küçük oyunlar, aklınızdan geçen şeyleri yazıya dökmek gibi etkinlikler, sıkıntılı günler geçirdiğimiz bu günlerde süregelen alışkanlıklarımızın değişmesi açısından bir fırsat olabilir.

 Çinli demiryolu işçileri gibi "Peki geri kalan 29 günde ne yapacağız ?" diye düşünmeden geçireceğimiz ve sonunda güzel ve virüssüz sağlıklı günlerimiz olması umuduyla.

"Hayat kısa, zaman geçiyor"

(Karantina günlerindeki bir yazımdan)

CİĞERİMİZ YANIYOR

 Mesela evlatlarını kaybedenler "Ciğerim yanıyor" der. Hiç düşündün mü neden "ciğerim" derler?" Bedenin bir hafızas...